GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
17 Ağustos 2009 Pazartesi

’‘Gönül Hanım’’dan ’‘Gönül Abla’’ya...

Tilkilerin; kuyruklarını birbirine değdirmemeye çalışarak fink attıkları bir çayır haline gelen Buca’’da... ’¶ Kimlerin kuyruğuna bastığımı anlamaya, ama daha da önemlisi bunca çatışmanın nedenini, Bucalılara anlatmaya çalışıyorum hala’…
 
Buca’’daki kavganın ideolojik mi yoksa ilkel bir çıkar çatışması olduğunu sorguluyorum, taraflara yönelttiğim sorularla.
 
Çatışmadan beslenenleri, ortalık karıştırmak için evimin camlarını/duvarlarını ’“sahan’”a çevirenleri, medya ve hukuk konusunun duayen ismi, yazarımız, 20 yıllık dostluğunla gurur duyduğum avukat Fikret İlkiz’’in bugünkü yazısını okumaya ve ders çıkarmaya havale ederken’…
 
Elimde teyp, yanımda foto muhabiri arkadaşım Eray Sakallı ile yarından itibaren okumaya başlayacağınız röportaj için; Buca Belediye Başkanı Ercan Tatı’’nın makam odasından içeri giriyorum.
 
Buca Belediye Başkanlığı makamına yabancı biri değilim.
Bu odada defalarca Cemil Şeboy ile görüşmüş, röportaj yapmış, kahvaltı etmiş, kimi zaman of the rekord, kimi zaman her satırı yazılmak kaydıyla kayda geçmiş konuşmalara imza atmış bir gazeteciyim.
 
Açık söyleyeyim, hiç oy vermediğim, buna rağmen 15 yıllık başkanlığı sırasında beni bir kez bile kırmamış, benim de bir kez bile mesleğimi yaparken canını yakmadığım/güvenine ihanet etmediğim bir insan olan Cemil Şeboy ile görüşmeye gittiğim zamanlardaki ruh hali yok üzerimde.
Sinir uçlarım açıkta. Acaip gerginim.
 
Belki de bu yüzden, geçmişte başkan Şeboy’’u beklerken Özel Kalem Müdürlüğü’’nde görevlilerce şımartılan ben; bu kez bir yabancı gibi bekleme odasının soğuk koltuklarında yalnız bırakılmaya feci içerliyorum.
’“Kalkıp cehennem olup gitmek/canı cehenneme röportajın’” demekle, ’“sabret bekle, bu röportajı yapmak zorundasın, bu senin görevin’” ikilemi arasında gidip geliyorum.
 
Basın danışmanı Semra Hanım’’ın biraz gecikmeli de olsa gelip olaya el koyması ve makama alınışımız arasında geçen o 15 dakikalık kendimi yiyip bitirişimin, Başkan’’ın odasına girişimle birlikte yok olmasının; tümüyle gazetecilik profesyonelliğimden kaynaklandığının hakkını vermeden geçemeyeceğim. 
 
Odaya girer girmez çektiğim fotoğraf şu:
Şıklığını sadelikten alan son derece yalın, gösterişten uzak, rafine bir zevki yansıtan bir oda. Ferah, temiz ve Başkan Tatı kadar soğuk!
Gerçek şu ki; Ercan Tatı, benden daha gergin.
Daha asabi, daha diken üstünde.
Yüzü beyaz, gözleri ve dudakları kısılmış. Şahsıma bakışları şüphe/güvensizlik dolu.
Oldukça mesafeli.
Neden ilk röportajımı onunla gerçekleştirmediğim için alabildiğine kırgın, sitemkar’…
 
Açıktaki sinir uçlarımı derhal kapatıp, anında kalbimdeki ’“empati’” düğmesine basıyorum. Ve iyi/başarılı/lezzetli bir röportajın bence ilk şartı olan ’“karşındakini tüm yüreğinle, gözlerini gözlerinden bir an olsun ayırmadan dinle’” kuralımı hayata geçiriyorum.
Sonuç?
Başkan Tatı, sohbetimiz başladığında ’“Gönül Hanım’” diye hitap ederken, kasetin ilk yüzü bitip ikinci yüzüne geçtiğimizde, artık; ’“abla’” ya da ’“Gönül Abla’” demeye başlıyor.
İlk adım ondan geliyor. İkinci adım da benden.
Ben de ’“Sayın Tatı’”, ’“Ercan Bey’” diye başladığım hitap tarzını, ’“Sayın Başkan’” diye değiştiriyorum; kendiliğinden’…
Röportaj anında anlamadığım bu küçük ama önemli değişikliği, kasetleri çözerken fark ediyorum. Benim için önemli; çünkü, ’“abla’” hitabı, bir saygı ifadesi’… Karşımda kişinin yaptığım işe/kişiliğime güven duymaya başladığının ve röportajı bir iç dökmeye dönüştürdüğünün, doğru yolda olduğumun net göstergesi.
 
Başkan Tatı’’nın da hiç beklemediği kadar uzun süren, 3.5 saatlik bir röportaj bu.
Beklemediği diyorum, çünkü Başkan’’ın bütün randevuları alt üst.
Özel Kalem’’in bekleyenleri hatırlatıcı bir/iki müdahalesi, Tatı tarafından hiç duraksamadan reddediliyor.
Odaya telefon dahi bağlatmıyor.
Seans/röportaj, 90 dakikalık iki kasetimin 3 yüzünün dolmasıyla sonuçlanıyor.
Yayına hazırlamaktaki gecikmemin nedeni bu.
Cümlelerin üzerinden tek tek geçmem, tercihi bana bıraktığı bazı (ister yaz/ister yazma) cümlelerini ayıklayıp bütünlüğü bozmamak için, ayrıca gayret sarfetmem.
Ve tam Cuma günü yayına hazır hale getirdiğimde, bu kez de haber portalımızın Telekom’’un azizliğine uğraması. İki gün boyunca okurlarımızla iletişimimizin kesilmesi.
 
Yarından itibaren bu röportajı okurken, evime sabahın 4’’ünde yumurta yağdıranlara, anlamalarını çok beklemesem de, İzmirli gazeteci Ece Temelkuran’’ın, altına imzamı attığım şu notunu hatırlatmak isterim:
’“Gazetecinin gerçeğin ’‘beğendiği’’ kısmını göstermek gibi bir lüksü yoktur, tamamını anlatmak gibi bir MECBURİYETİ vardır.’”
 
Son söz de, hem Levent Köstem’’in anlattıklarını, hem de Ercan Tatı’’nın söylediklerini ’“gerçeği öğrenmek’” için okuyanlara/okuyacaklara’…
Bana değil, bir bilge yazara, Halil Cibran’’a ait:
 
’“Başka bir insanın gerçeği, sana açıkladıklarında değil, ancak sana açıklayamadıklarındadır.
Bu yüzden onu anlamak istiyorsan, söylediklerini değil, söylemediklerini dinle!’”