GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Teodora HACUDİ
YAZARLAR
23 Ocak 2015 Cuma

Uğurlar ola…

Konsoloslukta çalıştığım yıllarda
insan kaçakçılığı olaylarıyla da ilgilenmek zorundaydım,
malum senelerdir her iki ülkenin de kanayan yarası.
Yine bir tekne faciası yaşanmıştı,
olaya karışan 2 Yunanlı kayıptı,
bedenlerine bir türlü ulaşılamamıştı.
18 gün sonra denizde bir erkek cesedin bulunduğu haberi geldi,
ailelere haber vereceğiz ama ceset tanınmaz halde.
Kayıp kişilerden biri sünger avcısıymış,
bir bacağı diğerinden kısa,
seneler önce vurgun yemiş.
Adli tıbba bu bilgiyi verdiğimizde,
“olabilir” cevabı geldi,
yine de 18 gün suda kaldı için teşhis yapılamayabileceği,
DNA testi gerekebileceği söylendi.

Merhumun eşi ve erkek kardeşi ile birlikte adli tıp kurumuna gittik.
İş öyle filmlerde dizilerde seyrettiğimiz gibi değil,
kokuyu engellemek için burna bir kremin sürüldüğü falan da yok.
Görevlilere koku önleyici krem olup olmadığını sordum,
gülümsediler,
o kremden olmadığını
ama zaten koku nedeniyle kısa bir süre sonra koku sinirlerimin geçici felç olacağını
ve kokuyu duymayacağımı söylediler.
Kokunun ne kadar keskin olduğunu artık sizin hayal gücünüze bırakıyorum…

Morga girdik, naaş çıkartıldı,
eşi görür görmez “bu benim kocam” diyerek ağlamaya başladı.
Ben şaşkınlık içerisinde, nasıl teşhis ettiğini düşünürken,
kadın masaya yaklaştı ve kocasının naaşını okşamaya başladı.
Bir yandan ağlıyor, diğer yandan kaderine lanet ediyor,
kolay değil, beş parasız 3 küçük çocukla kalmıştı…

Utanmıştım,
hem de çok utanmıştım,
gözümün önünde yitip gitmiş bir can
ve arkasında bıraktığı acılı bir aile varken
bendeniz kokudan şikayet edip ukalalık yapmıştım.
Uzun süre bu sahnenin etkisinden kurtulamadım,
hala o kadını düşünürüm,
3 çocuğuyla geride kalan o kadını,
çürüyen bir bedene rağmen
çocuklarının babası,
kocası,
aşkı olan adamla vedalaşması gelir gözümün önüne…

Ölüm yeterince acı,
ayrılık ise bir ömür boyu süren bir bocalama,
hiçbir şey eskisi gibi olmaz artık,
giden gitmiştir ama geride kalanlar için devam etmek zordur…
O yüzden vedalar önemlidir,
sevdiğiyle son kez vedalaşabilmedir insan,
ona dokunabilmeli,
yüzünü gözünü öpüp koklayabilmelidir.
Hele ki gidenin yüzünde huzurlu bir ifade varsa
tek tesellin o olur,
“huzur içinde, acı çekmeden gitti” diye avutursun kendini…

24 Ocak 1993’te Ankara’da bir bomba patladı,
gazeteci, araştırmacı ve yazar Uğur Mumcu
evinin önünde bir suikasta kurban gitti.
Ülke ayağa kalktı,
demeçler verildi, saldırı kınandı,
namus borcu,
failleri en kısa zamanda bulunacaktır dendi
dendi
dendi…
Mademki failler bulunamıyordu
bu menfur saldırı unutulmamalıydı,
anıtlar dikildi
anmalar yapıldı
hala da yapılıyor
kınanıyor gizli güçler
lanetler okunuyor bunu yapanlara.

Peki, o kadınla 2 çocuğa ne oldu?
Güldal Mumcu dimdik ayakları üzerinde durdu,
yalnız değildi,
yalnız olsa ne yazar, 2 emaneti vardı,
evet Özgür ve Özge belki onun kendi çocuklarıydı
ama artık kendi çocukları bile “eşinin emaneti” olmuştu.
Yazdı, “İçimden Geçen Zaman” kitabında anlattı olan biteni,
milletvekili oldu,
çocuklarını layıkıyla yetiştirdi, büyüttü.
Peki, eş Güldal’a ne oldu hiç düşündünüz mü,
hani şu elinden “son vedalaşma hakkı” alınan kadına…

Sizler bir bomba patlattınız,
ortalığı karıştırdınız,
konuşan birini,
düşünen bir beyni paramparça ettiniz,
ya da ettiğinizi sandınız,
çünkü ölen bedendir
düşünceler ölmez,
o yok ettiğinizi sandığınız beynin zerreleri
milyonların içinde can buldu.
Kısacası Uğur Mumcu’yu öldüremediniz
ama bir kadın ve iki çocuğunun vebalini aldınız,
öyle bir vebal ki
bunu ne güç temizler ne de ölüm…