GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
16 Kasım 2011 Çarşamba

Türkiye’nin yıldızı parlarken (1)

Kapitalistler, uluslararası sistemin giderek büyüyen krizini nasıl aşacaklarını bilemezken, bilişim devrimi sessiz sedasız hayatı kuşatıyor. Değişim, kapitalist sistemin metropollerini sarsıyor. Yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşen değişimin ilk faturası zenginlere çıktı. Muhtemelen, bedelini ödeyerek yapısal dönüşümü gerçekleştirdikten sonra, ödedikleri bedelin faturasını gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin önüne koyacaklar.
 
Dünyanın ahvali böyle iken, Türkiye’de islam motifli yapısal değişim sürüyor. Önümüzdeki yıllarda ülkede kritik bir yapısal dönüşüm yaşanması kaçınılmaz gibi.
Yapısal değişimin merkezinde, din guruplarının ve etnisite guruplarının normlarına dayalı kamusal yaşam talebi var. Ve bu talep, karşılığını federal devlet biçiminde buluyor. Devletin üniter yapısı, değişim süreciyle çatışıyor. Bozulan toplumsal mutabakatın yeniden sağlanıp sağlanamayacağı kuşkusu yaygın.
Ilımlı islam adı altında sürdürülen İslamlaştırma politikaları Türkiye’yi Ortadoğu’nun kucağına iterken, AB serüveni düşe kalka sürüyor.
Bu koşullar altında, Türkiye bölgesel güç olma iddiası ile ortaya çıkmış bulunuyor.
 
Türkiye’de neler oluyor? Olan biteni anlamanın bir yolu olmalı.
Türkiye’de kritik gelişmelerin yaşandığı 1965-2011 yılları arasında bir ufuk turu atarak tartışma zemini yaratmanın mümkün olduğunu düşünüyorum.
 
1965-1971 döneminde, Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’in liderliğinde, kalkınmış sanayi toplumu yaratmak isteyen Türkiye; gerek kalkınma odaklı ekonomi politikalarıyla gerekse bu amaç için Sovyetler Birliği ile yaptığı anlaşmalarla uluslararası sistemi rahatsız etti.
 
1971-1980 döneminde, 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesi ile destabilize olan Türkiye, ordunun vesayeti altında, uluslararası sistemin emrine girdi.
“24 Ocak Kararları” ilan edilerek ithal ikameci model terk edildi, ihracata ve serbest piyasaya dayalı ekonomi modeline geçildi.
 
1980-1991 döneminde, 24 Ocak kararlarının etkili bir şekilde hayata geçirilmesi için yapılan 12 Eylül 1980 darbesinin kadroları, kapitalist sistemin arzuladığı şekilde ülke siyasetini, toplumsal yapıyı, ekonomiyi dönüştürecek politikaları uygulamaya koydu.
 
1991-2002 döneminde, 1987 referandumundan sonra siyasete geri dönen liderler yeniden iktidara geldiler.
1980 öncesi siyasal kadrolarının yeni dönem koşullarıyla ciddi uyum sorunu yaşadığı görüldü. Ecevit’in Başbakan olduğu koalisyon bir dönemin sonu oldu.
 
2002-2011 döneminde, liberal destekli İslamcı kadrolar iktidara geldi.
Muhafazakar islamcılar ve liberaller, Erdoğan’ın liderliğinde, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasına yönelik “ılımlı islam” projesini uygulamaya koydu.
 
Sondan başlarsak, AKP iktidarı, kamusal yaşamı İslamlaştırma doğrultusunda kendi içinde tutarlı bir programı adım adım uyguluyor.
Ne ki, içeride hükümetin icraatları eleştirilse de, Türkiye dünyada ilgi çekiyor.
Ekonomide, batıdan doğuya gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ciddi sıkıntılar yaşarken Türkiye, tehlikeli boyutlarda dış ticaret açığına rağmen, ekonomik dengelerini sağlam tutuyor; artık ülke ekonomisinde IMF’nin sözü geçmiyor.
Hükümetin icraatlarını beğeniriz veya beğenmeyiz ama dış politikada Türkiye Cumhuriyeti artık uluslararası aktör olma niyetini yüksek sesle dile getiriyor.
Recep Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin uluslararası arenada, doğrultusu zaman zaman endişe uyandırsa da, yapılan tercihleri onaylamasak da, Türkiye’yi sözü dinlenir bir konuma taşıma çabalarını görmek gerekir.
Erdoğan’ın görece başarı hikayesi, Demirel-Çağlayangil ikilisinin 1965-1970 dönemindeki performansını anımsatıyor bana.
Benzeşen yönleri, her ikisinin de muktedir olmak, iktidar olmak ve kendi yoluna gitmek istemeleridir. Yol ve yöntemlerinin benzeştiğini söylemek çok zor.
Demirel’in kalkınmış Türkiye sevdası “12 Mart Muhtırası”na çarptı.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin bölgesel güç olmaktan emperyal güç olmaya kadar uzanan hayalleri ülkeyi nereye götürür, göreceğiz.
 
12 Mart muhtırasına neden olan olayların yoğun yaşandığı 1965-1971 dönemi, devrimci hareketlerin gölgesinde kaldığı için çok bilinmez.
12 Mart Muhtırasının gerçek nedeni, Adalet Partisi iktidarının kalkınma tutkusuyla kısmen bağımsız davranarak ekonomi yönetiminde kapitalist sistemin metropollerinden bağımsız kararlar almasıdır.
Demirel-Çağlayangil ikilisinin o dönemde Sovyetler Birliği ile yaptığı altyapı ve stratejik yatırım anlaşmaları, gerek ABD yönetimi gerekse Avrupa hükümetlerince tatsız gelişme olarak not edildi. Daha sonra gereği yapıldı.
Türkiye gerek NATO yükümlülüklerini, gerekse ABD ile arasındaki ikili anlaşmaları dar anlamda yorumladı ve Ortadoğu’ya ilişkin herhangi bir ittifakı olmadığını öne sürerek hiçbir çatışmaya müdahil olmadı.
Demirel, Türkiye’deki üslerin ABD tarafından sadece sınırlı kullanımına izin verdi.
Daha sonra, üslerin ABD tarafından kullanımını sınırlandırması ve haşhaş ekimine yasak koymayı reddetmesi, Demirel’in 12 Mart Muhtırası ile iktidardan düşürülmesinin nedenleri olarak gösterildi.
Türkiye’de yetişen nitelikli insan sayısındaki artışı endişe ile karşılayan batı dünyası, bu kadar nitelikli insan ile Türkiye’nin ne yapacağını sorguladı. Bu sorgulama, YÖK’ün oluşturulmasına kadar uzanan süreci hazırladı.
Ekonomik yatırımlarda yapılan tercihler dış politikadaki yönelimleri etkileyince, Türkiye’nin kalkınma politikalarına bağlı olarak zaman zaman bağımsız davranması, uluslararası sistem tarafından, kabul edilemez bir tutum olarak algılandı.
 
12 Mart Muhtırasından 12 Eylül darbesine uzanan dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları yıpratıldı. Son nokta, 12 Eylül 1980’de kondu. Bundan sonra, Türkiye’yi kapitalist sistemin tam anlamıyla emrine sokacak politikalar, sırası geldikçe uygulamaya konarak bu günlere gelindi.
Darbeden aylar önce “Le Monde” gazetesi, “24 Ocak Kararları”nın parlamenter rejimde uygulanamayacağını, bir darbenin kaçınılmazlığını yazıyordu.
Darbeyi izleyen günlerde, öncelikle Cumhuriyet’e bağlı Atatürkçü bürokratlar 1402 sayılı sıkıyönetim yasası marifetiyle bürokrasiden tasfiye edildi.
Türkiye, ABD-NATO-İsrail üçgeninde rehabilite edildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız politikalarına son noktayı koyan “12 Mart Muhtırası” ve “12 Eylül Darbesi”, TSK ve darbe destekçisi sivil bürokrasinin eseridir.

                                                                                                                 Devam edecek