GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
17 Eylül 2012 Pazartesi

Havva ile Adem’in çocukları

Geçenlerde oğlum ve bir yakın dostu, üçümüz birlikte sohbet ediyorduk. Söz döndü dolaştı siyasete geldi.
Siyasetle fazla içli dışlı olmamdan hoşnut olmadıklarını; bununla beraber, durumuma saygı gösterip sessiz kaldıklarını biliyorum.
Siyaset adına söyleyebileceğim güzel şeyler olmadığından, laf ola beri gele bir şeyler söyledim. Akıllı çocuklar, halden anlıyorlar, üstüme gelmediler.
 
Ülkede olan biteni konuşurken içimiz kararınca söyleşi kendiliğinden içimizi karartan siyasetçilere, onların yetersizliğine yönelmişti.
Konu siyasetçilerin davranışlarına gelince oğlum bu keyifsiz muhabbeti bir başka boyuta taşıdı; “Bence, insan dünyalı değil,” dedi. Gerekçesini de şöyle açıkladı; “Yeryüzünde yaşayan uyumsuz tek canlı türü, insan. Kendi kendine yetemiyor, böyle bir genetik mirası yok. Ancak dünyayı tüketerek var olabiliyor. Doğduğu andan itibaren bütün canlılar ne yapacağını biliyor, hepsi muktedir; tek istisnası insan, dünyaya geldiğinde kendi başına ne yürüyebiliyor ne beslenebiliyor.”
 
Yasak meyve, ilk günah ve cennetten kovuluş. Kitap getiren dinlerin rivayeti de olsa, bir suç ve bir sürgünle dünya yaşamını başlatan insanın kendine niçin böyle bir başlangıcı reva gördüğünü hep merak etmişimdir. Belki de gerçekten kendini bu dünyaya ait hissetmediği için…
 
Yeryüzünde nedensizce varolmak ve bunun bilincinde olmak, cinnetin sınır boylarında dolaşmaktır. Bu ‘facia’dan kaçışa bir neden bulmak için kendine Adem ile Havva’dan türeyişi uygun gören insan, dinlerin metafizik dünyasında rehabilite oluyor.
 
Yeryüzünde sınav verdiğine inanan insan, bu sınavdan geçer veya kalır bir yana, ama kendisine emanet edilen dünyayı berbat ettiği bir gerçektir.
Tanrı varsa, dünya Tanrı’nındır. Tanrı yoksa, yeryüzü herkesindir. Her iki durumda da mülkiyet fikri aykırı duruyor. Bu aykırılık, üçüncü bir varoluş açıklaması olup olmadığını sorduruyor insana.
Biliyoruz ki, yeryüzünde kopan kıyametin biricik nedeni mülkiyettir. Varoluşun tanrısal tasarım veya rastlantısal olması mülkiyet fikriyle pek bağdaşmadığı halde, Tanrı’nın varlığına sığınanların mülkiyeti savunmaları paradoksaldır. Dindarlar, kapitalistlerin Tanrı ile ilişkilerindeki bu paradoksu nedense sorgulamıyorlar.
 
Varoluş ister tanrısal ister rastlantısal olsun, yeryüzünde varlığını sürdürebilmek için alet yapmayı öğrenen biricik zeki yaratık insan, soyutlama yeteneğini geliştirerek hayal gücüyle yaptığı keşif ve icatları öyle abarttı ki, sonunda kendi ürettiği bilgi ve teknolojinin peşinden sürüklenir hale geldi.
Topluluklar halinde yaşarken kurduğu hiyerarşi ve oluşturduğu kurallar, iktidar zümrelerini yarattı.
İnsanın merak saikiyle ürettiği bilgi ve teknolojiyi eline geçiren iktidar zümrelerinin ününde diz çöken insanlık, o gün bu gündür özgür olamıyor.
Hayat, mülkiyet ilişkilerinin pençesinde can çekişiyor.
 
Varoluşun rastlantısal olduğunu düşünen Ateistlerin mülkiyet fikriyle başları hiç hoş değildir.
Adem ile Havva’nın çocukları da artık bir karar vermeli; Tanrı ile kapitalistler arasında bir tercih yapmalı.
Yeryüzü kimin? Dünya nimetleri nasıl paylaşılacak?
Kapitalist sistem 500 yıldır yeni bir şey söylemiyor. Halbuki, şimdi, yeni şeyler söylemek zamanıdır.