GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
24 Haziran 2013 Pazartesi

Vasatlar rejimi çökerken…

12 Eylül darbesini yaparak “24 Ocak Kararları”nı top yekûn uygulamaya koyan askeri ve sivil bürokrasi, ekonomiyi uluslararası sistemin kontrolüne verirken, toplumsal alanda da İslamlaştırma siyasetinin önünü açmıştı.
33 yıldır, bir yandan siyaset itibarsızlaştırılıyordu, bir yandan da toplumun aydın, eğitimli kesimleri siyasetten uzaklaştırılıyordu. Öyle ki, gençlik artık oy vermeyi bile anlamsız buluyordu. Gençliğin günümüz siyasetçilerinden ve siyaset biçiminden hiç umudu yoktu.
 
Küreselleşmenin ortaya çıkardığı Türkiye manzarası gerçekten iç karartıcıydı;
Bütün gün gözü kulağı borsa haberlerinde, döviz kurlarında bir orta sınıf…
Sadaka ve hibeyle geçinen yoksullar…
Kopkoyu bir ekonomizme dönüşmüş siyaset…
Gösteri ve tüketime endeksli toplumsal yaşam…
Demokrasi ile tramvayı birbirine karıştıran devlet adamı…
Takiyeyi siyaset üslubu zanneden siyasetçi…
“Yeni” dedikleri buydu...
 
Toplumu yalanla besliyorlardı...
Önce insan diyorlardı ama sadece paraydı sistemin değerlerini oluşturan.
Para kadar değersizleşen toplumsal yaşamda siyaset, aklını parayla bozanların işi olmuştu. Aklın, vicdanın, ahlakın sükût ettiği yerde zuhur etmişti siyaset. Kafka’nın “Değişim”ine rahmet okutan değişim, siyasete vasatlığı getirmişti.Turgut Özal ile başlayan vasatlar dönemi, zirve yapmıştı.
Cumhuriyet döneminde kazanılmış bütün değerlerin içi boşaltılırken, dini referanslara dayalı bir paradigma oluşturmak için kolları sıvayan muhafazakarlar ve liberaller; ekonomisi uluslararası sistem tarafından yönlendirilen, iç dinamikleri çok zayıf bir toplum yaratmışlardı.
 
İşte böylesine kötü yönetilen bir toplumda, umutların tükenmekte olduğu bir zamanda, bir sabah uyandığımızda, Taksim Gezi Parkında başlayan olaylarla birlikte ülkenin de kaderini değiştirecek “Direniş”in, toplumu yeniden ayağa kaldırmakta olduğunu gördük.
 
Erdoğan’ın din normlarına dayalı yeni toplum projesi tutmamıştı; aksine, toplumun önemli bir kısmında endişe yaratmıştı. Sessiz bir bekleyiş vardı.
Ve bugün o bekleyişin sona erdiğine tanık oluyoruz.
Gerek özel gerekse kamusal yaşam alanlarına yapılan müdahalelerden bıkmış, siyaset adına söylenen yalanlara tepkili, demokratik haklarını kullanamadığı için öfkeli gençlik, sonunda sokağa çıktı.
Gençler, halkın karar süreçlerine katılımını sağlayacak “katılımcılık” ilkesinin artık hayata geçmesini istiyorlar.
Ceberut devlet, otoriter yönetici istemiyorlar.
İnsan haklarına dayalı devlet ve demokratik yönetim istiyorlar.
 
Taksim’de başlayıp ülkeye yayılan direnişin merkezinde yer alan kesim, yüksek öğrenim görmüş veya görmekte olan, en az bir yabancı dili iyi derecede bilen, iyi bir kariyere sahip gençlerden oluşuyor. Ve bu gençler, “artık siyasal yaşamda varız” diyorlar.
Alanlara çıkan gençlik, vasatlar rejimine başkaldırıyor. Üstelik devletin polis eliyle uyguladığı şiddetten korkmuyor.
 
İktidar suçüstü yakalandı; ileri demokrasi ve insan haklarını dilinden düşürmeyen Erdoğan’a; “Haydi, söylediğini yap!” diyor, gençlik.
Bu taleplere kulaklarını tıkayan Erdoğan da biliyor ki;
Demokrasi ve özgürlüklere dair söylediklerinde samimi olmadığı için gidecek. Kendisi gibi düşünmeyenlere karşı zalim olduğu için gidecek.
Toplumda husumet yarattığı için gidecek.
Ülkeyi “%50” olarak algıladığı için gidecek.
Faşizme teşne olduğu için gidecek.
Bütün dileğimiz, gelişi gibi gidişinin de “kansız” olmasıdır.
 
Bu çocuklar, oturdukları yerden doğruldular bir kere; 33 yıldır süren “Vasatlar Rejimi”ne son verecekler. Hem de cellâtlarına gülümseyerek…