GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ANADOL
YAZARLAR
8 Mart 2022 Salı

Var... Var...

Ege’de Son Söz sitesinde köşe arkadaşım Mehmet Karabel son günlerde yoğunlaşan yağ kuyrukları üzerine çok güzel bir yazı yazdı. Yazıda, Cumhuriyetten bu yana yakın geçmişten örnekler vererek kuyrukların tarihçesini sıralıyor. Sıra İkinci Dünya Savaşı’ndaki yokluklar ve karneler dönemine gelince “O ağlatan günleri… Anlatacak kimse kalmadı” diyor. Bu konuya yazılarımda hatta kitaplarımda çok kez değinmeme karşın gördüklerim ve bildiklerimi yinelemek pahasına da olsa bir kez daha anlatmak farz oldu!

Bildiğiniz gibi İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da Hitler ordularının Polonya’ya girmesiyle başladı; ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası attıktan sonra 14 Ağustos 1945 günü Japonya’nın koşulsuz teslim olması üzerine sona erdi. 3 Kasım 1941 günü dünyaya geldiğime göre bu korkunç günleri çocuk da olsam yaşayan kuşaktan sayılırım. Demek ki o ağlatan günleri anlatacak kimse var!

O günlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusu on yedi milyondu. Ve nüfusun yüzde sekseni sayısı kırk bini bulan köylerde oturuyordu. Genç Cumhuriyetimiz Osmanlı’nın bıraktığı dış borçları ödemeye devam ediyordu. Sıfırdan başlayan kalkınma hamlesi savaşın çıkması üzerine kesintiye uğramıştı. Kısaca ülkemiz tam bir tarım devletiydi. Üretimi sağlayan da toprağı işleyen köylülerdi. İhraç mallarımız birkaç işlenmemiş maden dışında tütün, kuru üzüm ve incir, pamuk, keçiboynuzu, narenciye gibi ürünlerdi. Buğday geleneksek besin kaynağımızdı. Ama kendimize yetiyor, halkımızı doyuruyordu.

Savaş başlayınca Cumhurbaşkanı İsmet İnönü soğukkanlı ve diplomasinin tüm hünerlerini yaşama geçiren bir politikayla ülkesini bu korkunç kavganın dışında tutmaya çalışıyordu. T.C. herhangi bir ittifak içinde değildi. Ordumuzun silah araç ve gereçleri Birinci Dünya Savaşından kalmaydı. Almanlar Yunanistan’ı işgal etmişlerdi. Rodos’ta İtalyan bayrağı, Sisam’da, Midilli’de gamalı haç dalgalanıyordu. Bulgaristan’da Alman ordusu Kapıkule’ye dayanmıştı. Kısaca İtalya ve Almanya yeni komşularımızdı. İran müttefiklerin işgali altındaydı. Hükümet önlem almak zorundaydı. Saros Körfezi kıyılarına Alman çıkartmasına karşı beton korunaklar yapılıyor, tanklara karşı Gelibolu yarımadasında demir engeller düzenleniyor, antitank mayınlar döşeniyordu. 18- 45 yaş arasındaki erkek nüfusun önce 500 bini daha sonra bir milyonu seferberlik gereği askere alınmıştı. Bu tarımda üretimin durması demekti!

Kadın, çocuk ve yaşlılar dışında kalan erkek nüfus üretimden koptuğu gibi tüketici olmuştu. Askerimizin karnını tok tutmak zorundaydık. Oysa buğday üretimi düşmüştü. Zorunlu olarak karne dönemi başladı. Nüfus başına ekmek karneleri dağıtılıyor, fırından alınan ekmek karşılığında o günlerde pasaporta benzeyen nüfus cüzdanlarımıza damga vuruluyordu. Büyük Atatürk Sümerbank’ı kurmuştu. Adeta maliyetine bir fiyatla, yurttaşların çoraptan battaniyeye, basmadan Beykoz ayakkabısına kadar gereksinimleri bu kurumdan satılıyordu. Üretim de sınırlı olduğu için buralardan alınan basma, yünlü kumaş yine nüfus cüzdanına işaretleniyordu. Amaç karaborsayı önlemekti. Şeker beş liraya çıkmıştı. Halkımız çay içerken şeker yerine kuru üzüm kullanıyor, öğütülen arpadan yapılan kahveyi içiyordu.

O günlerin nüfus cüzdanımı halen saklıyorum. Sayfalarında “Günlük ekmek verildi”, “Bir buçuk metre pamuklu kumaş verildi” damgaları var. Onların fotoğrafını çekerek köydeki evimin duvarı astım. Çocuklarım ve torunların o günlerden ders çıkarsınlar diye. Yıllar sonra muhalefet lideri olan İsmet Paşa yurt gezisine çıkmıştı. Demokrat Partili partizanlar birkaç çocuğa öğretip bağırtmışlar. “Paşa paşa sen bizi aç bıraktın!” İnönü’nün verdiği yanıt tarihe geçmiştir: “Aç bıraktım ama babasız bırakmadım!”

Gerçekten öyledir. Nüfus cüzdanımdaki o damgalar benim yaşam nedenidir. Onlar olmasa ben de dünyaya gelmeyecek bugün hayatta olmayacaktım. Bu yazıyı kaleme alamayacaktım!

Aradan yıllar geçti. 1973 seçimlerinde merhum Ecevit’le birlikte CHP Zonguldak Milletvekili olarak meclise girdim, 32 yaşındaydım... Bir süre sonra da önce Parti Meclisi’ne sonra da Merkez Yönetim Kurulu’na seçildim. CHP ile Milli Selamet Partisi (MSP) ortak hükümet kurdular. Ecevit Başbakan Erbakan de Başbakan Yardımcısıydı. Yunanistan’a darbe ile iktidara el koyan albaylar cuntası egemendi. Kıbrıs’ta Makarios’a karşı Samson’a darbe yaptırarak ENOSİS’i gerçekleştirmeye çalıştılar. Ada Yunanistan’a katılacaktı. Ecevit önce Londra’ya gitti. İngiliz Hükümetinden Londra ve Zürih Antlaşmalarını uygulayarak birlikte önlem alınmasını istedi. Olumsuz yanıt verilince 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs Barış harekâtını başlattı. TBMM savaş kararı aldı. O kararı veren parlamentonun üyesi olmakla onur duyuyorum.

Ama önümüzde engeller vardı. ABD, İngiltere ve Avrupa bu müdahaleye karşıydılar. Jet uçaklarımızın yakıtı kesilmişti. Ecevit Maliye Bakanı Deniz Baykal’ı Libya’ya göndermiş ve Baykal Kaddafi ve Başbakan Callut’la görüşerek gerekli akaryakıtı sağlamıştı. Kaddafi’nin katkısını belirtmeyi de bir borç sayıyorum. Ama Türkiye’ye konan ambargo devam ediyor; harekâttan sonra da sürdürülüyordu. Bu ülkemizin batılılarca cezalandırılması demekti.

Artık akaryakıt kuyrukları Türkiye’nin doğal görüntüsü haline gelmişti. Bir süre sonra bu kuyruklara tüp gaz ve yemeklik yağ kuyrukları da eklendi. Hani mum dibine ışık vermez derler ya… Ecevit de Zonguldak Milletvekili olarak bizlere “Seçim bölgemde ne oluyor” diye sormuyordu bile. O günlerde Tariş Genel Müdürlüğünde Bakanlık Denetçisi arkadaşım Ali Rıza Bodur’du. Onun yardımıyla zeytinyağı, ayçiçeği ve margarin kolilerini Zonguldak belediyelerinin gönderdikleri kamyonlara yüklüyor ve halkın sıkıntısını azaltmaya çalışıyordum. Ali Rıza’nın makam odasının sürekli ziyaretçisi konumundaydım artık! Kıbrıs Barış harekâtı ile ilerde doğacak KKTC’nin temellerini atmış olmanın faturasını ödüyorduk. Kuyrukların nedeni buydu!

***

Uzun parlamenterlik yaşamım oldu. Ömrümüz karşılıklı atışmalar, polemiklerle geçti. Bunlara karşın her zaman yadırgadığım ve bir türlü hazmedemediğim husus, yakın geçmişin günlük politikaya alet edilmesidir. 2011 seçimlerinde AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın elinde İkinci Dünya Savaşından kalma nüfus cüzdanını göstererek Gündoğdu Meydanında bağırmasını unutamıyorum: “Bu CHP var ya bu CHP! Bunlar babalarımıza neler çektirdiler. Ekmeği, çaputu bile karneyle verdiler!” Daha sonra da bu konuşmalara 1974 ve sonrasındaki akaryakıt ve yağ kuyrukları eklendi. Erdoğan korosunun sesi hiç susmadı. Bugün bile AKP sözcüleri aynı sözleri tekrarlıyorlar.

Buradan çıkan sonuç şudur: AKP için İkinci Dünya Savaşı ve Kıbrıs Barış Harekâtı kuyruklar ve zamlar için gerekçe değildir. Dışarda ne olursa olsun hatta savaş bile mazeret sayılmaz! Bir hükümet yurttaşına zamsız ve düzenli akaryakıt, ekmek ve yemek yağı bulmak zorundadır!

***

O zaman AKP sözcüleri için bugün dillerine pelesenk ettikleri “Dış güçler”, “Rusya-Ukrayna Savaşı” gerekçeleri mazeret olabilir mi? Bu gerekçeleri ileri süremeyecek tek kişi AKP Genel Başkanı ve onun sözcüleridir!

Kaldı ki yanlış tarım politikalarıyla köylüğü küstüren, Türkiye’yi en büyük buğday, yağ, bakliyat ve hayvan ithalatçısı yapan da dış güçler ve savaş değil bizzat kendileridir. Toprak Mahsulleri Ofisi, Zirai Donatım Kurumu, Türkiye Süt Kurumu, Zeytincilik Bağcılık Enstitüleri, Et Balık Kurumu, Şeker Fabrikaları gibi tarım yaşamımızın can damarlarını ya özelleştiren ya da işlevsiz hale getiren başkalarıymış gibi.

Bursa ve Çukurova gibi en önemli ovalarımızı betona kurban eden, tam da hasat zamanı sıfır gümrükle ithalat kapısı açan politikanın sahibi kim? Ülkemizin en büyük zenginliği olan zeytinliklere ölüm fermanı çıkaran kim?

Giderayak Ege’de, Akdeniz’de, Marmara’da halkın yükselen sesine kulak verin bari:

ZEYTİNİME DOKUNMA!