GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
19 Kasım 2011 Cumartesi

Türkiye’nin yıldızı parlarken (2)

Türkiye’nin sosyal ve ekonomik sorunlarına çözüm üretmek yerine toplumsal gelişmeyi bastırmak yoluna giden, başarısızlığa sadece mazeret üretmekle yetinen kötü yönetimler yüzünden ülkenin yitirdiği kırk yılı konuşmak lazım.
Bu gerçekle nasıl yüzleşeceğimizi hala bilemiyoruz. Bilemediğimiz için bugün o boşluk islamcılar tarafından dolduruluyor. Hiç hakketmedikleri halde, statükodan hesap soran siyasal güç konumuna yerleştiler. Hem de statükodan beslendikleri gerçeği ortada dururken.
 
Bugünlere durduk yerde gelmedi Türkiye. 1971’den beri, 40 yıldır yanlış giden işlere verilen tepkidir, 2002’de AKP’nin iktidara gelişi.
AKP’nin üçüncü dönemde hala oylarını artırarak iktidarını sürdürmesi, Erdoğan ve ekibinin performansına ve uluslararası sistemin desteğine olduğu kadar, ülkede etkili muhalefet olmamasına da bağlıdır.
 
Erdoğan’ın başarı hikayesi halkı etkiliyor ve AKP bu başarının getirdiklerini yaşıyor. Ancak, söz konusu başarının görece bir başarı olduğu göz ardı edilmemeli.
İktidarının üçüncü döneminde, bu görece başarının doğal sonucudur ki, Erdoğan daha bağımsız hareket etmek istiyor. Belki de, kendi yoluna gitmek istiyor.
 
“Türkiye, bölgesel güç olmanın neresinde?” “AKP iktidarı gerçekten muktedir mi?” “Erdoğan kendi yoluna gidecek kadar güçlü mü?” 
Bu soruların yanıtları, olaylara nereden baktığınıza bağlı olarak değişir. Verilecek her yanıt tartışmaya açıktır.
Ama hal böyledir diye bu soruların yanıtlarını tartışmaktan geri duracak değilim.
 
Bugünü anlamak için, 1965-1980 yılları arasında yaşanan siyasal gelişmeleri kısaca hatırlamakta yarar var.
Yazının ilk bölümünde kısmen değindim: 1965-1971 dönemi, AP’nin kalkınmacı politikaları kapitalist sistemi rahatsız edince, 12 Mart muhtırasıyla son buldu.
O dönemde, gerek Parlamentoya giren Türkiye İşçi Partisi, gerekse büyük kentlerde yaygınlaşan devrimci gençlik hareketi, döneme damgasını vuran siyasal olayların beslendiği kaynak olarak görüldü.
Oysa, Demirel liderliğindeki AP iktidarı, gerek hızlı kalkınmayı hedefleyen ekonomi politikası gerekse Ortadoğu’da İsrail’e karşı Müslüman Arapları destekleyen dış politikası nedeniyle, bu durumdan rahatsız olan uluslararası sistemin hedefindeydi.
Bu paradoks nedense pek tartışılmamıştır. Devrimcilerin nefret ettiği Süleyman Demirel’den, “emperyalistler” de pek hoşlanmıyordu.
12 Mart muhtırası sonucu Süleyman Demirel iktidardan uzaklaştırılırken; bir yıl sonra, CHP’de İsmet İnönü’nün Genel Başkanlıktan ve milletvekilliğinden istifasıyla İnönü dönem son bulacaktı.
Önce Bülent Ecevit’in Erbakan ile kurduğu koalisyon hükümeti, ardından 1. MC hükümeti, onu izleyen Ecevit’in azınlık hükümeti ve son olarak 2. MC hükümeti, 1971-1980 döneminin seçimle iş başına gelen hükümetleri oldu.
12 Eylül 1980 askeri darbesi, bu dönemin siyasi kurumlarını siyaset sahnesinden top yekun uzaklaştırdı. Önce 24 Ocak kararları ilan edildi, ardından bu kararların hayata geçirilmesine imkan verecek 12 Eylül darbesi yapıldı. Türkiye’de bir dönem kapandı; ithal ikameci model terk edildi. Serbest piyasaya dayalı ekonomi modeliyle Türkiye çağ atlayacaktı. Turgut Özal bu politikaları “transformasyon” kavramıyla ifade etmişti. Söz konusu politikalar, Türk-İslam sentezi üzerine inşa edilmiş ve siyasal kadrolar bu çevrelerden oluşturulmuştu.
Yani, bugünü hazırlayan koşullar, 12 Eylül darbesiyle birlikte oluşmaya başlamıştı.
1980-2002 yılları arasında yaşanan dönem, serbest piyasaya ve ihracata dayalı ekonomi modelinin uygulanmasında ve özelleştirmelerin yapılmasında yaşanan sorunlar nedeniyle oldukça sancılı geçmiş bir dönemdir.
Bu sancılı ve sıkıntılı dönemin yarattığı sorunların ağırlığı, İslamcı kadroların merkez sağda söz sahibi olmasının koşullarını hazırladı. Ve bu gelişme, İslamcı kadroların iktidara gelmesiyle yepyeni bir kimliğe büründü.
Yeni kimlik, Cumhuriyet’ten Atatürk’ün koyduğu aydınlanma ve laisite fikrini çıkarmak, yerine islam fikrini yerleştirmek, olarak özetlenebilir.
2002’de iktidara gelen İslamcı hareketin kadroları her ne kadar, “biz o gömleği çıkardık” diyorsa da; yaptıklarından, ettiklerinden biliyoruz ki, “durmak yok, yola devam!” diyorlar.
 
Türkiye’yi bölgesinde öne çıkaran koşulların oluşması ne ölçüde AKP’nin başarısı, ne ölçüde konjonktürel, ne ölçüde dış dinamiklere bağlı, bunu sorgulamak lazım.
1965-1971 döneminde, Demir-Çağlayangil ikilisinin, Türkiye’yi ekonomik kalkınmasını gerçekleştirmiş bölgesel bir güce dönüştürmek için izlediği politikalar, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin bölgesel güç olma yolunda sürdürdüğü politikalar ile bazı yönlerden benzeşiyor.
Görünüşte, her iki dönemin ortak noktaları; Ortadoğu’da bağımsız politikalar izlemek, ekonomide iyi performans, komşularla sıfır sorun.
Yakın planda, benzeşen yönlerin aslında o kadar da benzeşmediğini görmek mümkün.
Demirel, kalkınma idealini yatırımlarla destekliyordu. Altyapı yatırımları yapıyordu.
Buna karşın, Erdoğan o kadar yatırımcı değil. Özelleştirme paraları ve yurt dışından sağlanan yüksek faizli sıcak para ile ekonomide rahatlama sağlıyor.
İhracattaki performans yanıltıcı. Çünkü, ihracatta ithal girdi oranı çok yüksek. Dış ticaret açığı kritik boyutlarda.
Demirel, Ortadoğu’da bağımsız politikalar izlerken ABD yönetimini gerçekten endişelendiriyordu.
Buna karşın, Erdoğan, demeçleriyle “karşıymış” etkisi uyandırırken, yaptıklarıyla ABD yönetiminin sözünden çıkmadığı izlenimi veriyor.
Ne söylediğine değil, ne yaptığına bakıldığında; rahatlıkla, Erdoğan’ın uluslararası sistemin sözünden çıkmadığı, söylenebilir.
Demirel yönetimi, komşularıyla sorunsuz olmaya gerçekten büyük özen göstermişti. Bu doğrultuda, ABD’ye direnmiş, askeri üslerin Araplara yönelik amaç dışı kullanımına onay vermemişti.
Buna karşın Erdoğan, “komşularla sıfır sorun” dedi, ama neredeyse hepsiyle  sorunlu.
Demirel, 12 Mart muhtırası ile iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, “NATO’nun ve ABD yönetiminin rahatladığı,” yabancı misyonlar tarafından ifade edilmişti.
 
Sonuç olarak, Demirel yönetimi gerçekten kapitalist sistemi rahatsız ettiği için, NATO karargahlarında askeri müdahale tezgahlandı; ABD, darbeye yeşil ışık yaktı.
Erdoğan yönetimi, kapitalist sistemle ters düşmemenin ve munis davranmanın ödülü olarak, İslamlaştırma siyasetinin başarısı için askerlere karşı özel koruma altına alındı.
Türkiye’nin yıldızı bu şartlar altında yükselebiliyorsa, bu şaibeli yükselişte uluslararası sistemin parmağı olduğunu düşündürecek çok fazla belirti var.                                      
                                                                                                               Devam edecek.