GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
13 Ekim 2011 Perşembe

Sessizlik öldü ve…

Ege Tv’de Söz Meclisten İçeri programının sezon açılışını yaparken, her program sonrası olduğu gibi, ev halkı odalarına çekilip ev sessizliğe gömüldükten sonra, bunca konuşmanın nereye, hangi adreslere gittiğini düşündüm bir süre…
Niyeyse… Bunca konuşmanın (hatta yazmanın da) boşa kürek çekmek gibi olduğunu hissediyorum uzunca bir zamandır.
Televizyonlardaki tartışma programlarını, bu hisle baştan sona kadar dinleyemiyorum mesela. Konuşmacıların birbirlerini bile dinlemediklerini izlemek, yüreğimi daraltıyor çünkü.
Birbirini bile dinlemeyenleri, ekran başındakilerin önemli bölümünün de dinlemediğini ele veriyor programa gelen mailler ya da bağlanan telefonlar; tıpkı bizde olduğu gibi…
Sanki herkes işine gelen/canının istediği cümleyi çıkarıp alıyor da konuşmanın bütünlüğüne kulaklarını tıkıyor gibi…
 
Ne çok konuşuyoruz ama bir o kadar da anlaşamıyoruz.
Sözcükler giderek daha çok, daha fazla ama daha yararsızlar.
Teknolojik nimetlerle eskisinden milyonlarca kez fazla görüşme/konuşma imkanlarına sahibiz ve bu imkanlar sayesinde biteviye birbirimizle konuşuyoruz ama sözcüklerimizin havada konfetiler gibi dağıldığını izliyoruz.
‘Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa’ diyen atasözümüzü ciddiye alanlar, sadece hayvanlar sanki.
Bizse… Evet, çok daha fazla konuşuyoruz ama birbirimizi anlamakta çok daha fazla güçlük çekiyoruz.
Neden?
 
Bazen aklımızı kurcalayan bir sorunun yanıtını veya sorunun daha gelişmiş halini, hiç beklenmeyen bir anda, bazen günler, bazen haftalar/aylar, hatta yıllar sonra bir filmde, bir haberde, bir kitapta ya da en beklenmedik yerde alıverir…
“Evet, işte tam da buymuş” deriz ya…
Ev sessizliğe, ben de düşüncelere gömülmüşken, uykuya dalmayı hayal ederek elimi attığım başucumdaki kitap, sorumu anında yanıtladı bu kez.
Hem de daha 40. sayfasında, 41’e varmadan…
“Sessizlik Bir Erdemdir” kitabının yazarı Susanna Tamaro’ydu bu küçük mucizeyi gerçekleştiren. Hani şu pek çok kişinin okuyup (anlamadan) klişeye dönüştürdüğü ‘Yüreğinin Götürdüğü Yere Git’in yazarı.
 
“Her sözcük bir tohumdur. Ve tohum gibi verimli olduğu zaman, kendi besinini içinde barındırır” diye başlayan cümlesi, şöyle devam ediyordu Tamaro’nun:
“Bitkiler geceleri özsuları aracılığıyla gün boyu yapraklar tarafından özümsenmiş proteinleri, daha zenginleştirmeye gereksinme duyan noktaya yani tohuma taşır. Sevgi dolu anneler gibi bu tanecikler, besin deposu olmaksızın kabuklarını çatlatıp toprağı açamayacağını bilir. Proteinler, aminoasitler, varoluşun yapı taşları olmadan bitki boy atamayacak, kökler yayılamayacak, yapraklarla bezenemeyecek, gökyüzüne doğru yükselerek bir ağaç halini alma gücünü bulamayacaktır.
Çok uzun zamandan beri bizim sözcüklerimiz –insanların sözcükleri- köklenmeyi beceremiyor.
Artık kozmik bir hal alan ve bizi çevreleyen genel gevezelikler içinde kendilerine bir gedik açacakları toprak parçasını bulamadan yorgun argın dolaşıp duruyorlar. Bir anlam, gerçeklik, temel gediği arıyorlar.(…)
Evet, her sözcük bir tohumdur ve insanın yüreği, onun yerleşmesi gereken yerdir.
Ve orada, bizim içimizde köklenmeli, umursamazlık kabuğunu kırmalı, gelişmeli, gökyüzüne doğru yükselmeli, bizleri pongidae’den(*) bilgelik dolu yaratıklara dönüştürmeli…(…)
Sık sık kendime, yaşadığımız dönemi, birleştiren ya da çelişki yaratan tek bir unsur ile tanımlamak olası mıdır diye soruyorum.
Büyük bir bütünlüğe olduğu kadar müthiş çelişkilere sahip bir dönem bu.
Nimetlerin doruk noktasına ulaşıldığı ama bunun yanında büyük doyumsuzlukların gözlendiği; alabildiğine güvenin söz konusu olduğu yerde denetlenemeyen bir korkunun yaşandığı, son derece sofistike, gezegensel iletişim ağlarının kurulduğu ama insanların aralarında iletişimi bütünüyle yitirdikleri dönemde yaşıyoruz.
Günlerimize özel bir nitelik kazandıran ve bütün bu çelişkileri tek bir noktada toplayan belirgin bir unsur hayal etmem gerekirse bunu, gürültünün zorba ve takıntılı varlığında, yunusları ufkun ötesine kaçırtacak ama insanların alıştığı ses uyumsuzluğunda buluyorum.
Sessizlik öldü ve yok olurken insanoğlunun temelini oluşturan özelliği de beraberinde alıp götürdü.
Çevremizdeki havada sessizlik yok, zihinlerimizde ve yüreklerimizde sessizlik yok. Sessizliğin noksanlığı, bütün Doğu geleneklerinin ‘maymun’ diye nitelendirdikleri ve zıplayan, hoşnutsuzluk çeken, başkalarının şamatasını örtmek için çırpınan zihnimizin mutlak zaferidir.
Maymun sürekli olarak izlenimler, görüşler, telaşlar girdabı yaratır; zihne ve yüreğe gerçek huzuru ve dinginliği yerleştirme girişimlerini yıkan taşkın bir sel gibidir.
 
MS. VII. Yüzyılda yaşayan Ninovalı İshak şöyle yazmıştır:
“Bitkiler için sulamanın anlamı neyse, bilginin gelişmesi için de sessizliğin anlamı odur.”
Gerçekten de sessizlik olmazsa, ben kendimi tanıyamam; başkalarını ve bizi birbirimize bağlayan gizemli yazgıyı bilemem. Sessizliğin olmadığı yerde kendimi dinlemeye veremem. Sessizlik yoksa bilgeliğin kaynağından alıntı yapamam.
Peki neden hepimiz bu ses çöplüğü girdabına kapılmışız? Bu sağır edici patırtı nereden çıkıyor; neden hiçbir güç bunu denetleyemiyor?
Gürültü bizi sersemleştiriyor.
Sersemlememizi isteyen kim?”
*
Birbirimizi dinlemeyeli, anlamayalı uzun zaman olduğunu, üstelik bu anlaşmazlığın daha katmerleşeceğini, gürültü zorbalığının daha artacağını düşünüp ‘nehir soruları’ olanların seçeceği türden bir kitap Sessizlik Bir Erdemdir.
Sorularınıza yanıt bulduğunuz kadar, yeni sorular yaratmanıza da yol açacağını hatırlatarak, sessiz bir köşeye çekilip okumanızı tavsiye ederim. Kulaklarınızı bir süre dış gürültülere kapayacak, hiç değilse kimi sözlerin yüreğinizde yeşermesine fırsat sağlayacak çünkü…
*
(*) Pongidae: Memeliler (Mammalia) sınıfının, maymunlar (Primates) takımının, insansılar (Anthropoidea) alt takımından ya da dar burunlu maymunlar (Catarrhina) üst familyasından, kolları bacaklarından uzun, yanak keseleri, kaba etleri ve kuyrukları olmayan, tabanlarının dış kenarlarına basarak yürüyen türlere sahip bir familya.)