GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Ümit YALDIZ
YAZARLAR
3 Nisan 2013 Çarşamba

Çözüm pastasından dilim kapma yarışı!

Günlerdir bulunduğum her platformdan aynı şeyi söylüyorum. CHP’nin ve de MHP’nin karşısında olduğu, dışında tutulduğu yolun ‘çözüme’ gitmesi mümkün değildir. Kaldı ki Başbakan Erdoğan’ın iki de bir açıkladığı ‘anketlerdeki halk desteğinin’ halen yüzde 60’ları bile bulamamış olmasının da başka bir anlamı yoktur.
30 yıllık kan davasının, anlamsız kavganın noktalanmak istendiği (tabi ki istenen gerçekten buysa) süreci yönetenlerin her bakımdan daha dikkatli olması gerekir.
Daha ‘akil’ daha ‘itidalli’ olmaları şarttır her şeyden önce...
Amaç gerçekten ‘üzüm’ yemekse tabi ki…
İsrail’in ani özrü, S&P’nin kredi notu, AB’nin mesajları dikkatli okunduğunda sürecin arkasındaki güçlerin fotoğrafı netleşiyor. Türkiye’nin yüzde 8,8 büyüdüğü dönemde kredi notunu düşüren kuruluşun, yüzde 2 büyümeyle ekonominin dibe vurduğu dönemde not arttırmasının tek bir anlamı olabilir. Çözüm sürecine ABD desteği…
Başkan Obama’nın Netanyahu’nun kulağından çekerek telefonu eline verip 3 yıl sonra Erdoğan’ı aratması ve de özür diletmesi de öyle… Amerika’nın 14 yıl önce konjonktür gereği Apo’yu paketleyip Türkiye’ye teslim etmesiyle bu süreçteki desteği arasında bence hiç bir fark yok. Kandil ya da İmralı çok iyi biliyor ki; ABD istemeden o dağlarda bir gün bile kalamazlar. Kimileri bu tabloya İran’a her an savaş açması olası görünen ABD’nin ‘Irak ve Suriye’nin de içinde yer alacağı’ Şii bloğuna karşın Sünni cephe yaratma çabası olarak bakabilir. Sünni ve Musevi cephe… İkinci tezkere ihtiyacı her an depreşebilir çünkü.
Ve 1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilme gerekçesi Türkiye’nin Güneydoğusu’ndaki malum tabloyken ABD bu tabloyu ortadan kaldırmaya karar vermiş olabilir bazılarına göre de.
Sesli ve yazılı düşünüyorum şu anda…
Akla gelen mantıklı senaryoları canlandırmaya çalışıyorum.
Ani özür sonrası bir İsrail Gazetesi’nin manşetinde şu ifade vardı.
Özrün üç gerekçesi var: Çıkar, çıkar ve de çıkar.  Kesin olan şu ki; ABD’nin ali çıkarlarıyla Türkiye’nin ali çıkarlarının örtüştüğü, kesiştiği süreci yaşıyoruz.
Hani bilmem kaç yüzyılda bir denk gelen ‘kuyruklu yıldız geçişi’ gibi…
Belki de sırf bu yüzden kaçırmamalıyız fırsatı… Birinci açılımdan bu yana süreci anlatanların ‘tarihi fırsat’ nitelemesini şimdi daha iyi anlıyorum. Fırsat tarihi… Çünkü Türk ve ABD çıkarları ilk kez bu denli örtüşüyor.
Ama yine de meslek reflekslerime yenik düşüp arka planda bir bit yeniği, çapanoğlu arama çabasına girişiyorum. Çünkü 30 yıllık kanlı iklimin bir anda bahara dönme eğilimine girmesini meraklı bir gazeteci olarak deşme/irdeleme hatta sorgulama ihtiyacı hissediyorum. Çok değil sadece 8 ay önce, partisinin Kızılcahamam kampından terörist başı Öcalan’a ‘yağlı urgan’ gösteren, elindeki anketleri referans alarak ‘idam sehpasını’ işaret eden, BDP’lilerin dokunulmazlığını kaldırmaya yeltenen Erdoğan’ın gelinen noktada Apo’nun, BDP’nin merkezinde olduğu sürece nasıl ikna olduğunu sadece ben değil herkes merak ediyor aslında. Ve de Öcalan’ın 30 yıllık ihanetinden sonra nasıl hidayete erdiğini…
Silahsız askerlerimizi bile gözünü kırpmadan şehit eden, kadın/çocuk/bebek demeden ihanet mayınlarıyla, bombalı saldırılarla bölgedeki karanlık iklimin müsebbibi olan, yıllarca ölüm fermanı imzalayan Öcalan’ın bir anda ‘barış kelebeğine dönüşmesini’ ve de 21 Mart’taki ‘kardeşlik’ mesajlarının samimiyetini sorgulamaya çalışıyorum.
Ve de ortada Deniz Baykal’ın altını çizdiği gibi ‘al gülüm-ver gülüm’ durumu olup olmadığını… Al Başkanlığı ver özerkliği sözleşmesinin imzalanıp imzalanmadığını…
MİT’in, devletin Öcalan’a ya da Kandil’e ne vaat ettiğini… Dahası sürece dair karanlık olan her şeyi merak ediyorum.
*

Doğrusu Erdoğan’ın CHP ve MHP’yi kazanmak, onların desteğini de almak için hiçbir şey yapmamasını, aksine her geçen gün iki partiyi sürecin dışına atma çabasını da üzülerek izliyor, anlamakta zorlanıyorum.
Niyeti çözüm olan birinin Türk halkının yüzde 40’a yakın oy verdiği iki partiyi kazanmak için hiçbir şey yapmamasını anlamakta zorlanıyorum.
Yoksa diyorum… ABD desteğiyle bu işin biteceğine inananlar, ufukta gözüken oy pastasından en büyük dilimi hüpletmek için mi ötekileri dışarıda tutuyor? Şu an itibariyle AK Parti’nin dışında sadece BDP’nin omuz attığı sürecin siyasi nemasından büyük dilimi kapmak ve de 2014’te ilk turda Köşk’e çıkma planına mı yenik düşüyor Sayın Başbakan yoksa?
MHP’yi anladık diyelim. Dahası Erdoğan’ın MHP ile bu süreçte birlikte yürüme şansı yok diyelim. Ya CHP’ye yönelik tutuma nasıl anlam yükleyeceğiz? Sürecin başında ‘kredi açtığını’ ilan edip ‘şartlı destek veren’ CHP’yi gelinen noktada sürece düşman ilan etme, özellikle dışarıda tutma çabası niye?
Kılıçdaroğlu’nun olan bitenin farkında olduğunu sanmıyorum.
Bence Erdoğan, her zamanki gibi muhalefetin de nerede durması gerektiğine karar veriyor.
Tıpkı Akil insanların kimlerden oluşacağına ‘tek başına’ karar verdiği gibi…
İşte ülkenin kritik virajdan geçtiği tarihi süreç belki de ‘oy kaygısı’ taşıyan birkaç siyasetçinin hırsı yüzünden riske atılıyor.
Barış gelecekse ben getiririm.
Akil adam seçilecekse ben seçerim.
Bu nedenle bir oy pastası oluşacaksa büyük dilimi ben yerim.
Aşırı kontrolcülük, tek adamcılık ve de oluşacak ‘çözüm pastasından dilim kapma savaşı’ bence sürecin önündeki en büyük engel.
Eğer 30 yıllık yaraya pansuman hatta merhem olmak istiyorsa Sayın Başbakan, bu sürece dair üslubunu gözden geçirmeli ve de en azından CHP’yi sürecin içine çekmelidir.
Aksi halde BDP ile yürünen bu yol, Erdoğan’ı köşke götürse de ülkeyi çözüme götürmeyecektir. Kadir İnanır’ın Hülya Avşar’ın içinde olduğu çoğunlukla ‘yetmez ama evetçi’ takımdan karpuz seçer gibi seçilen ‘Akil insanlar’ topluluğu ne işe yarar, sürece hangi katkıyı sağlar bilemiyorum. Toplumsal algıda ‘saygı duyulan’ anlamında kullanılan akil insanların bir avuç ‘yetmez ama evetçiden’ ibaret olmasını da takdirlerinize bırakıyorum.
Ama günün en akil çakışına imza atan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü kutluyorum.
Önerdiği ‘imparatorluk refleksi modeli’ için değil ama diğer partilerin de sürece dahil edilmesi gerektiğini hatırlattığı için…
Erdoğan ve Gül farkının bir kez daha ortaya çıktığı tablonun 2014’e dönük iç hesaplaşma açısından da dikkatle izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çözüm sürecinde iki adım öne çıkan ve kendi ifadesiyle her türlü riski alan Erdoğan’ın yıpranması halinde (Ki giderek yıpranıyor) Gül’ün ‘daha akil’ duruşuyla aportta beklediği gün gibi ortada.
Sonuç itibariyle çözüme ve de kalıcı barışa giden yol dikensiz olamaz. Ve kuyruklu yıldız geçişi gibi yüz yılda bir görülebilecek ‘tarihi bir fırsat’ yakalanmışken, çözüm ikliminin her türlü bireysel çıkardan arınmış kişilerce yönetilmesi gerekir.
Ve muhalefetin desteği olmadan çözüm sürecinin bir ayağı aksak, eksik demektir.
Daha tarifi bile tam olarak ortaya çıkmamış pastadan dilim kapma yarışını bırakıp, o pastayı herkesin yiyebileceği kıvama, lezzete getirmek zorundayız.   
Akil olan, arif olan anlar…