GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Ümit YALDIZ
YAZARLAR
11 Mart 2014 Salı

Meydanların dili!

Aslında miting dönemi çok eskilerde kaldı. Medyanın çeşitlenmesi, halka/bilgiye ulaşmanın onlarca kestirme yolunun ortaya çıkması aslında siyasi mitingleri çoktan gereksiz kıldı.
Eskiden yani siyasetin daha dürüst, omurgalı kişilerce yapıldığı yıllarda…
Siyasetteki zübük ve kubi sayısının az olduğu bırakın yakalarda birden fazla rozet izini köylerde kahvehanelerin bile ‘Demirelci-İnönücü’ diye ayrıldığı dönemlerde…
Sadece TRT’nin evlere girebildiği, radyoların da tek kanaldan, kısa/uzun/orta dalga yayınlar yaptığı… Zar zor bağlatılan telefonda zırt-pırt giren ‘Adana’yı ’ aradan çıkmak için büyük çaba sarf edildiği… Günlük gazetelerin her kasabaya gitmediği, haftada bir gazete/dergiye ulaşmanın bire şans kabul edildiği dönemlerden kalma bir gelenek meydan mitingleri…  
*
Arap Baharı ile birlikte meydanlar yeniden siyasi bir misyon yüklense de Ortadoğu’nun gelişmişlik eğrisi dikkate alındığında yaşananların Türkiye’nin anlattığımız dönemine tekabül ettiği ortaya çıkar. Yani Arapların demokrasi mücadelesi verdiği sürecin bizdeki karşılığı televizyonun tek kanallı olduğu yıllardır.
O yıllara tanıklık edenlerin ilk tespiti şu: Mitingler çok önemliydi. Kimin iktidar olacağını kestirmenin ilk yolu mitinglerdeki katılıma bakmaktı. O yüzden de rakip mitinge fark atmak için katılımı arttırmaya uğraşırdık. Ama ‘bindirilmiş kıtaları’ bu denli etkin kullanmazdık. Zaten istesek de yapamazdık. Siyaset ve para ilişkisi bugünkü kadar legal, iç içe değildi. Ve o dönemin insanları sevdiği parti liderini dinlemek için para/pul, kumanya, ulaşım gibi ön şartlar koşmazdı. Kaldı ki mitinge gönüllü katılım çok çok yüksekti.
Yaşı o yılları hatırlamaya müsait siyasetçilerle zaman zaman yaptığım sohbetlerden çıkardığım sonuç bu. Diyelim ki Karaoğlan İzmir’e gelecek. Halk bulabildiği her türlü vasıtayı kullanarak miting meydanında gönüllü yer alır. Çünkü liderini yalnız bırakmamak ve de rakibe gözdağı vermek için sorumluluk üstlenir.  
Aynı şey İnönü için Demirel için de geçerli…
At sırtında gelen mi ararsın, bir gece önceden trene binen mi?
Sonuçta liderlerin her gün ekranları süslemediği, gazetelerin herkese/her yere ulaşmadığı bir dönem… Özlem var her şeyden önce…
Şimdiki gibi 500 kanallı televizyonlardan her dakika bir siyasetçi fışkırmıyor.
Şimdiki gibi siyasetçiler çıktığında zaping yapılmıyor. Şimdiki gibi liderlerin gözlerinden öfke, dillerinden nefret akmıyor. Seviye var, zekâ var, tutarlılık var. Şimdiki gibi liderler 40 gün önce göklere çıkardığını yerin dibine sokmuyor. Zik-zak, tornistan yapmıyor.

*

Gelelim bugünün meydanlarına… Dünya’nın Türk Baharı diye duyurduğu biri polis hepsi çocuk 8 insanımızı aramızdan alan, polisin başta Taksim olmak üzere yurdun dört yanında ‘destan’ yazdığı Gezi Parkı sürecinde Taksim Meydanı simge oldu.
Bir ayı aşkın süren işgal ve demokrasi direnişi yurdun her zerresine dalga dalga yayıldı.
Her yer Taksim oldu sonuçta. Siyasi açıdan 11 yıllık iktidarı yoran/yıpratan ve ilk kez halkın hesap sorduğu süreci başlatan Gezi Parkı’nı itibarsızlaştırmak için yoğun çaba sarf eden iktidar meydanlara bugünkü misyonunu o günlerde yükledi.
Evde zor tutulan milyonları Kazlıçeşme’ye indirerek…
Bir anda karpuz gibi ikiye bölünen Türkiye’de Kazlıçeşme 11 yıllık Başbakan Erdoğan yönetimine yakınlık duyanları içine alırken Taksim ve Taksimler orantısız şiddete, ötekini yok sayan ceberutluğa, ranta kurban edilen çevreye/yeşile, insana saygıdan çok insana baskıyı esas alan uygulamalara isyan edenleri taşımaya çalışıyordu.
Herkesi iki meydandan birine ait olmaya zorlayan o günler aslında geride kalmış sayılmaz.
Her ne kadar Taksim her türlü gösteriye kapatılmış olsa da, bırakın izinli/izinsiz gösteriyi artık o bölgede 3-5 kişinin bir arada yürümesinin bile polislerce takibi yapılsa da zihinlerdeki Taksim aynen duruyor.
Çünkü ülke hemen her konuda karpuz gibi bölündüğünden Taksim de Kazlıçeşme de yerli yerinde duruyor. İşte tam da o yüzden Başbakan Erdoğan, kendisini ve yakınlarını zora sokan 17 Aralık sürecinden sonra Havalimanı mitinglerinde aldı soluğu…
Havalimanı mitinglerinin ilki meşhur ‘One minute’ çıkışının olduğu akşam yaşanmıştı.
Son yılların belki de en doğal en coşkulu mitingi oydu Erdoğan cephesinde…
Gezi Parkı sürecindeki Fas Dönüşü ise büyük ölçüde organize bir işti.
Ve 17 Aralık sürecindeki havalimanı mitingleri… Sakarya’daki toplantıdan Üsküdar’daki evine dönen Erdoğan, sırf havalimanı mitingine katılmak için İstanbul’a uçakla dönecekti.
Her kente sıçrayan kefenli organizasyonlarla moral depolayan Erdoğan, meydan mitingi kavramına havalimanı mitingiyle zenginleştirecekti.
Dahası sıkıştığı her noktada çareyi mitinglerde bulan ve meydanlar üzerinden dünyaya meydan okuyan Erdoğan’ın vermeye çalıştığı mesaj netti: Siz ne derseniz deyin… Halk hala benimle… Ve ben meşru, seçilmiş bir iktidarın başbakanı olarak istersem yine seçilecek güçteyim.
Erdoğan o mesajı öncelikle arada bir kafası karışan/bulanan kendi tabanı olmak üzere, çoğunluğun yanında saf tutma eğilimi taşıyan toplumsal katmanlara veriyor.
Ama ne zaman Erdoğan havalimanı mitingi yapsa belirli bir kesimin anladığı ana mesaj şu: Demek ki Başbakan gerçekten zor durumda… Meydan mitingi aslında son silah!
Ve riskli bir silah…
Diyorlar ki bazıları; efendim Gezi Parkı gibi yıkıcı bir süreç yaşandı. Çözüm süreci gibi sancılı bir dönemden geçtik. T.C krizi, Atatürk silueti meselesi, kızlı erkekli evler gibi tartışma alanları üzerinden yapılan Yeni Türkiye hamleleri ve de 17 Aralık’la birlikte başlayan, soruşturma, tape ve ses kaydı bombaları… Cemaat çatışması…
Son 10 ayda Başbakan Erdoğan’ı yıpratmaya müsait 4 önemli konu başlığı…
Her biri kendi içinde büyük bir çatışma…
Nasıl oluyor da Erdoğan her gittiği kentte meydanları dolduruyor? Taşıma suyla mı dönüyor bu değirmen? Montaj mı yapılıyor? Yoksa güç ve oy kaybetmesi beklenen Erdoğan, 30 Mart’ta herkesi şaşırtacak bir sonuç mu alacak?
Aslında bu sorulara yanıt vermek için biraz sosyal-psikolojik verilere hâkim olmak lazım. Sosyoloji, psikoloji ve de siyaset biliminin inceliklerine vakıf olmak lazım.

*

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki Türkiye giderek muhafazakârlaşan bir ülke… Kendisini muhafazakâr olarak tanımlamayanların oranı son 3 yılda yüzde 29’dan 40’a yükselmiş. Ve hali hazırda Erdoğan, kodlarına kadar hâkim olduğu bu kesimin gözündeki yerini koruyor.
Ve daha da vahim olanı Erdoğan tabanını Gezi Parkı’ndan itibaren sıklaştırdı. Farklı toplumsal ittifaklarla meydanları zenginleştirmeye çalışsa da giderek fanatikleşen AK Parti seçmeni, mitinglere katılarak yukarıda anlattığım tek kanallı yılların seçmenleri gibi liderlerini yalnız bırakmama eğilimi gösteriyor.
Tıpkı taraftarı olduğu takımın maçına giden fanatikler gibi AK Parti seçmeni de miting davetlerine eskisinden daha fazla rağbet ederek kendince ‘mağdur Erdoğan’ı koruma’ içgüdüsüyle hareket ediyor.
Amaç Erdoğan’ın ne dediğini/diyeceğini dinlemek değil. Zaten o da 2,5 aydır tek bir yeni mesaj vermiyor. Varsa yoksa paralel devlet, darbe iddiaları… Mağdurum da mağdurum durumu…
Kaldı ki meydanlara yüklenen misyonun bugün biraz abartıldığını düşünüyorum. Örneğin Türkiye’de sağlam bir miting yapmak için yüzde kaç oya sahip olmak gerekir?
Yüzde 1’lik partilerin bile orta halli bir meydanı doldurabildiği düşünülürse 50 bin 100 binlik mitingler için büyük oy oranlarına ihtiyaç yoktur.
Ya neye ihtiyaç vardır?
Liderine sıkı sıkıya sarılan bir oy tabanına…
İşte Erdoğan’ın bu süreçteki asıl başarısı budur. Tabanının tüm desteğini arkasına alabilmek... Kendisini önemli bir kitlenin namusuna dönüştürmeyi başarmak…
Meydanlardaki bu doluluğa rağmen AK Parti ciddi bir oy kaybı yaşasa… Örneğin yüzde 30 alsa… Benim için kesinlikle sürpriz olmaz. Kaldı ki yüzde 30’un 3 seçmenden 1’ini ifade ettiği ve de 12 yıldır ana muhalefetin bu rakama bile ulaşamadığı gerçeği ortadayken bu oranı küçümsemek akıl karı değil.  Erdoğan değil yüzde 30 yüzde 25 hatta 20 bile alsa yine bu meydanları aynı şekilde doldurur. Arkasında daima son söylediğini doğru kabul eden, ona tüm benliği ile inanmış neredeyse iman etmiş bir kitle varken meydanları doldurmak çocuk oyuncağı sayılır onun için.
O nedenle Gezi Parkı sürecinden itibaren benim gözüm Erdoğan’ın mitinglerinde değil, muhalefetinkilerde... Gördüğüm şudur: Bahçeli son yıllarda hiç olmadığı kadar ilgiyle karşılanmakta, Kılıçdaroğlu taşıma suya en az gereksinim duyarak değirmenini döndürebilmektedir. BDP’nin de kendi bölgesinde yaptığı meydan şov dikkatlerden kaçmamakta… İzmir’i ele alalım… DSP adayları miting gibi büro açılışları yapabilmekte, MHP lideri iki günde 20 mini miting yapabilmektedir. Hem Binali Yıldırım hem de Aziz Kocaoğlu ilçelerde binlerce kişiyi sahaya indirebilmekte…
Özetle Türkiye’nin geleceği açısından çok kritik sonuçlara gebe 30 Mart’ın meydanları bize çok şey anlatıyor. Erdoğan’ın göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir güç olduğunu söylüyor öncelikle... Ve de muhalefetin de doğru politikalar ürettiğinde karşılığını alabileceğinin sinyallerini veriyor. Daha ne desin!