GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
13 Ekim 2015 Salı

Hayat devam ediyor ha…

Acımasız bir teselli söylemimiz, ‘Hayat devam ediyor’ diyen bilindik bir klişemiz var bizim; ‘acını içine göm ve yaşamaya devam et!’
Realite böyledir, ölenle ölünmez, çünkü hayat o/onlar öldü diye durmaz elbette. De…
Yarım kalınır, yalnız kalınır, sahipsiz kalınır, umutsuz kalınır, anlamsız kalınır…
‘Gencecik çocuklar, gençliği göremeden çocuklar öldü, bizse yaşıyoruz’ diye nefes alıyor olmaktan utanılır.
Evladını yitirmiş anne babaların yerine kendini koymaya, empati yapmaya çalışmak bile nefes keser, utanılır.
Okuduğun, izlediğin bir şeyde bir anlığına gülümserken bulursun kendini, utanılır.
İçinden ‘ne yemek yesem acaba’ diye düşünürsün, ölenler ve geride kalanlar aklından bir an olsun çıktı diye utanılır…
Vitrinlere aptal aptal bakarken, aklından ‘şu çantayı/ayakkabıyı alsam mı’diye geçer gayri ihtiyari, utanılır.
‘Çok şükür çocuklarım sağ, yaşıyorlar’ diye düşünmekten, paylaşmasan bile gizliden gizliye içinden geçiriyor olmaktan utanılır…
Elbette hayat ölenlere/öldürülenlere, elleri kanlı katillere, gelecek katliamlar için el oğuşturan barbarlara rağmen devam eder. Teselli olsun diye söylenir ama teselli etmez… Ölenle ölür bir yerler. Ölenle senden de gider bir şeyler. Hele ki yarıda bırakılmış hayatlarsa gidenler, sonsuza kadar kanar, yaran kabuk bağlasa da en yumuşak yerindir; yaşasan da artık yaralısındır sen.
 
Sözün kuruyup kelimelerin anlamını kaybettiği günlerden geçiyoruz yine. Sadece lokmaların değil, sesin/sözün de boğaza dizildiği günlerden… Sadece acı ve keder de değil yaşadıklarımız, üzüntümüzün bir de yoldaşı var ki… Orhan Pamuk’un bugün İtalyan gazetesi La Repubblica’ya verdiği ‘iç savaş çıkmasından korkuyorum’ cümlesiyle başlığa çıkan röportajdan yükselen bu duyguyu içinde iliklerine kadar hissetmeyeniniz var mı?
Ben korkuyorum. En çok da ümidimi/umudumu kaybetmekten korkuyorum.
Bu toprakların Ortadoğu olması için var güçleriyle çabalayanların kazanmasından, insanların çileden çıkıp öfkeye ve şiddete teslim olmasından korkuyorum. Diyarbakır’da, Suruç’ta, şimdi de Ankara’da kıyımla kanlı/karanlık hedeflerine ulaşmaya çalışanların bunu denemekten hiç vazgeçmemelerinden korkuyorum.
Çirkin dillerle ötekileştirilerek ruhen bölünmüş, ortak acıda bile buluşamayan insanların arta/çoğala varacağı yerden, kartopu gibi büyüyüp derinleşen toplumsal fay hatlarının yaratacağı depremlerden korkuyorum.
Tek başına iktidar olmak uğruna göze alınan siyasi hırstan korkuyorum. Akıldan, ahlaktan ve vicdandan yoksun siyaset yapanlardan korkuyorum.
Saldırıları önleme ve saldırganları yakalama sorumluluğunun değil, saldırma özgürlüğünün alabildiğine kullandırılmasının daha çok cana mal olmasından korkuyorum.
Ankara katliamı gibi büyük bir acının daha üzerinden bir saat geçmeden, bunca ölümü/acıyı siyasi kamplaşmanın konusu yapabilen insanların sayısının görebildiğimizden daha çok olduğundan korkuyorum.
“Devlet, soğukkanlı canavarların en soğukkanlısıdır. Kılı kıpırdamadan yalan söyler ve ağzından düşürmediği yalan şudur: Ben devletim, halkın kendisiyim” diyen Nietzsche’ye kulak verip… “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller isteyip hür olduğunu sanan her taze fidanı devlet dersinde öldüren” devletten korkuyorum.
 “Şiddete yeteneğim var/Oluk oluk kan akacak” diyen, adıyla isminin yan yana gelmesinden bile imtina edeceğin bir vatandaşın “makbul”; iktidara ‘gözünün üzerinde kaşın var’ diyenin “hain” ilan edildiği bir ülkede yaşamaktan korkuyorum.
Cumhurbaşkanı’nın toplumun yarısından fazlasının başkanı olamayışına/olmak istemeyişine…
Davutoğlu’nun Demirtaş’ı, Bahçeli’nin ne Davutoğlu, ne Demirtaş, ne Kılıçdaroğlu’nu muhatap almayışına, siyasi kan davalarının siyaseti kilitleyişine, milletvekillerinin çoğunun Türkiye’nin nereye yol aldığını görememesine, uzlaşma zemininden her geçen gün biraz daha uzaklaşılmasına, 7 Haziran’dan bu yana 700 yurttaşımızın ölmesine, bu kanlı kaosun 12 Eylül öncesini hatırlatmasına bakarak… ‘Evlerden/ülkemden ırak’ diye diye… Tahtalara vura vura… Bir kez daha ‘tank sesleriyle uyanmaktan’ korkuyorum.
Ve korktukça, vatan evlatları vuruldukça, parçalandıkça, içim ezim ezim ezildikçe, -kim üzerine alınırsa alınsın- Murat Menteş’in beddualarına sığınıyorum:
“Bu kara gözlü, gencecik, yoksul çocuklar; sizin hırsınızın, korkaklığınızın, yalanlarınızın kurbanı oldular. Vatan, elbette sağ olsun. Fakat bize bu acıyı yaşatanların cehenneme kadar yolu var. Evladımızın düğününe çağıracağımız kişileri, cenazesine çağırıyoruz. İki cihanda yüzünüz gülmesin. Bu milleti kahrettiniz. Allah da sizi kahretsin! Hepinizi!”