GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
16 Eylül 2015 Çarşamba

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil…

2000’lerde TRT’de başlayıp reytinge yenik düştüğü için ömrü kısa sürmüş ‘Karanlıkta Koşanlar’ dizisinden aklımda kalmış bir repliği evirip çeviriyorum günlerdir. Ahmet Ümit’in öyküsünden uyarladığı senaryoda Nevzat rolünü de üstlenen Uğur Yücel’in  “En tehlikeli deli, hayatı idare edebilendir. Bak bize, hayat ağır geliyor, idare edemiyoruz, dağılıyoruz” cümlesini…
 
“Kendi düşüşüne doğru, göğsü ve başı tehlikeli bir biçimde gövdesinden daha önde, kendi ağırlık merkezini henüz bilmeyen, ayakları koşma isteğine yetişemeyen bir çocuk gibi koşan” ülkede… Durup izliyoruz bu çocuğu üzüntülerle/kaygılarla/kalp çarpıntıları ve endişelerle… Nereye çarpacağını, nerede duracağını ya da duramayacağını bilemeden…
Bencileyin ‘tehlikesizlere’ bu hayat ağır geliyor, idare edemiyoruz, dağılıyoruz işte harbiden.
 
Uzun süredir bir yerlere/birilerine/bir şeylere yetişebilmek adına ‘aman ayakta kalmalıyım’ güdüsüyle ertelenmiş/bastırılmış sağlık sorunları, bulduğu ilk sakinlikte birer ikişer ortaya dökülünce… Memleket gibi sinir uçları bedende bir yerlere sıkışıp tabipler de ‘dur’ deyince, duruluyor. Ve işte o zaman yani çok durunca öylece; çocuğun tehlikeli yürüyüşünü ağır çekimde daha net gözleyebiliyor insan yürek ağızda. “Cehennemin kapısını açtılar ve bütün toplumu oraya doğru sürüyorlar” diye yazan bir meslektaşa son noktasına kadar katılarak.
 
‘Yatak istirahatı’ reçeteli hastalıkların eğlendirici bir yanı icat edilmemiş henüz. Kas gevşeticiler nedeniyle biteviye okumak da zamanı değerlendirmenin ilacı değil. Geriye kalan seçenek, haberleri, ardından sayısı yok denecek kadar az ve seviyede olan tartışma programlarını izlemek oluyor ki… O ekrandan yansıyan suretler de size hep Bachmann sözünü hatırlatıyor: "İnsanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır."
Kas gevşeticiler etkisindeyken bile insanı geren, ünlemli cümleler yuvarlanıyor ekranlardan. Ülkede son yıllarda yaşanan siyasi fırtınada herkesin bir kayaya tutunduğunu ve ‘taş gibi’ pozisyon aldığını… Herkesin pozisyonundan fazlasıyla emin olduğunu, herkesin tuttuğu kayayı korumaya çalıştığını görüyorsun. Siyaseti ve siyasetin belirlediği toplumsal hayatı bir güreş müsabakasına çevirenin, sıkışmışlığı/sıkıntıyı/sıkıcılığı yaratanın bu olduğunu da.
Siyah/beyaz dışında ‘gri bölge’ oluşturmaya çalışanların sözcükleri kaç kişiye dokunuyor?
Onlar… İki arada bir derede kalmış melez bir noktalama işareti gibiler; nokta değiller, virgül değiller, noktalı virgüller… Kıymeti ve yararı, az sayıda insanın bildiği.
Bazen de sadece gülüyorsun… Boşalmış bir sinir krizi sonrasında gülündüğü gibi gülüyorsun ama. Sürekli ‘düşmanları’ tanıtan/hatırlatan kanallarda, aldıkları pozisyonun cep karşılığını katbekat çıkarmaya kati suretli kararlı (kah gazeteci, kah akademisyen, kah siyasetçi; hepsi aynı sürüden) insanların tariflerine ağzın açık kala kala gülüyorsun. Mehmet Kemal’in ‘Acılı Kuşak’  kitabındaki hoş fişlemenin kanlı canlıları. Azılı solcu yazarlardan biri Karadeniz’e sürgüne gönderilir hani. Arkasında da bir gizli ajan vardır, her an fena takipte. Bir gün bir fişe şunları yazar: “Suçlu şimal (kuzey) yönüne hasretle bakıyor ve sigarasının pis dumanını, nazlı ülkemin üzerine üfürüyor.” Kuzey dediğinin Rusya olduğunu söylemeye gerek var mı? Kocaman adamların ciddi görünüşleriyle ekranlardan nazlı ülkemin üzerine üfürdükleri sigaralı seslerine, işaret eyledikleri düşmanlara gülmek… Başta da işaret ettiğim, tehlikesiz deliliğin hallerinden işte.
 
Belki tekrar olacak ama… Her şeyin bu kadar sahtesinin olduğu bir toplumda, duyguların da hakikisinin kalmadığını görüyorsun ayrıca hakikaten… İnsanların duygu ve düşünce geliştirmeye ihtiyaç duymadıklarını, sadece strateji ve taktik geliştirdiklerini, kurguladıklarını oynadıklarını ya da oynamaya çalıştıklarını da izliyorsun ekrandan, dikkatle uzun uzun bakarsan. Bazen için ezilerek, bazen onlar adına utanarak, bazen tiksintini bastırmaya çalışarak uzun uzun düşünüyorsun da… Yatak istirahatında insana yatak batıyor.
 
Bir aylık bir aradan sonra yeniden cümle kurar kıvama erişip ‘nerede kalmıştık’la arzı endam eyleyeli… Ardından genelle yerel gündemin harmanı Suriyeli mültecilerin İzmir halleri üzerine ‘nerede bizim meşhur İzmirliliğimiz’ diye soralı kaç zaman oldu? Ne anlamsız soru… Rrakamların/istatistiklerin anlatmaya/tariflendirmeye yetmediği kadar acı ve kederle, asker/sivil onlarca canın, bebenin, oğulun, babanın, annenin, kardeşin ömrü sonlandırıldı sadece şu son on günde; yazmak/yazmamak ne ki? Öylece bakıp ağladım her dilde aynı acıyı akıtan ağıtlara beyaz camdan da…  Nihayetinde göz ağladığı kadar yanar, kalp kadar yaralanmaz. Sıvasız hanelerde yitirdiklerinin acılarıyla baş başa kalmış… Yaralı kalp ne ki, evladıyla birlikte ruhunu toprağa vermiş sureti dolaşan analar varken, ben ağlamışım, de ki yazmamışım ne ki? Bizimki bir Fuzuli dizesi misali; ‘Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil…’ Hepsi bu.