GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
14 Eylül 2015 Pazartesi

Yazsan olmuyor, söylesen olmuyor…

Türkiye’de neler oluyor, anlamak neredeyse imkânsız hale geldi. Söylenen her şey boşluğa savruluyor. Çaresizliğimiz günbegün büyüyor. Bilgi kirlenmesi toplumu anbean gerçeğin bilgisinden uzaklaştırıyor.
Ait olduğumuz sosyal çevrenin, grubun bakış açısıyla olan biteni değerlendirmekten kaynaklanan çok seslilik, bir süredir, her grubun kendi duvarlarını örmesi sonucu, sosyal gruplar arasında kopuşlara, derin yarılmalara yol açmaya başladı.
Devlet ile toplum arasında, her kişinin tek tek onay verdiği varsayılan toplumsal sözleşme artık yok. Devlet yönetilemiyor. Güvenlik politikaları çöküyor.
 
Öyle görünüyor ki bir süre daha herkes her şeyi bağıra çağıra söyleyecek; birbirine katil, vatan haini, bölücü, satılmış, terörist, faşist, gerici, hırsız, yalancı, yalaka, işbirlikçi, namussuz falan diyecek… Yurdun dört bir yanından cenazeler gelirken, herkes kendi cenazesine ağlayacak, diğerine sevinecek…
İnsani değerlerin toplumsal cinnete bir bir kurban verildiği şiddet sarmalında bir zaman daha debelendikten sonra, güvenliği kim sağlıyorsa arkasında saf tutacağız ve yeniden sistemin iyi insanları olacağız... Öldür öldür nereye kadar?
 
Şu an için kullanılmakta olan nefret dilinin ve ekilmekte olan nefret tohumlarının bir zaman sonra neye dönüşebileceği hakkında umarım bir fikrimiz vardır.
PKK totaliter bir rejim öngörüyor. HDP ise demokratik bir yönetim biçimini savunuyor. Durum böyle ise, ikisi arasındaki ilişkiler nasıl izah edilmeli?
Türk milliyetçileri Kürtlere nefret kusuyor; yaklaşık 400 HDP binası tahrip edildi. O HDP ki Meclis’te 80 milletvekiliyle temsil ediliyor. Bu saldırılar, Alman faşizminin gelişini anımsatmıyor mu?
Erdoğan, kendi imtiyazlı sınıfını yaratmaya çalışırken burjuvaziyle ters düştü; karşılıklı güven bunalımı artarak sürüyor. Yetmedi, iktidara gelmek için el sıkıştığı uluslararası sistemin muktedirleriyle de arasını bozdu; galiba orada kopan kıyamet daha büyük. Buradan istikrar çıkar mı?
Beş ay arayla iki genel seçim… Ülkede kan gövdeyi götürüyor. Seçim güvenliği yok. Faşizme teşne gruplar sokaklarda boy gösteriyor.
Akıl sükût etmiş, budalalık sokağa çıkmış hayatı kuşatıyor. Bir gün, bir hafta veya bir ay sonra o budalalıkların nelere yol açabileceği kimsenin umurunda değil. Her şey anlık olup bitiyor.
Oysa kapitalist sistem kendi bekası için çoğumuzun hayatından vazgeçmiş olabilir.
 
“Ben Türk değilim!” demek, trend oldu… Bu dilin altında yatan suçlayıcı ve kışkırtıcı iğnelemeyi anlamakta zorlanıyorum. “Ben Kürdüm” demek varken, Türkleri itham eden bir üslup kullanmak, hangi akla hizmettir? Kendi kimliğini diğer kimliğe saldırarak savunmak nasıl bir ucuzluktur?
Evet, Cizre’de insanlık suçu işlenmiş olması, görüntülerin altından başka görüntüler çıkmazsa, kuvvetle muhtemeldir. Ülke genelinde kışkırtılan Kürt düşmanlığı vahim boyutlara ulaşmış bulunuyor.
Fakat hemen bu olan bitenin yanı sıra, Cizre’de ilan edilen özerkliği Türkler nasıl anlamalı? Müzakere isteyen Kürtlerin talebi Türkler tarafından nasıl okunmalı? Neyin müzakeresidir bu?
Kürtlerin tavrını ayrılma arzusu olarak algılayan Türklerin tepkilerini görmezden gelemeyiz. Bunun bir adım ötesi, Türklerin ayrılık fikrini benimsemesi olabilir. O zaman bu düğümü kim çözecek?
 
Ülkede kaos var. Tam bir akıl tutulması yaşıyoruz. Herkesin birbirini yargıladığı fakat kimsenin diğerini dinlemediği bu ortam ve koşullarda başımıza geleceklerden kokmak gerekir; hem de çok korkmak…
Kimliklerimizle yaşamanın yolu, bu yol değil. Tartışmanın ve konuşmanın koşulları hızla yok oluyor. Ne yazık ki, kimlikler meselesini nasıl ele alacağımızı, nasıl tartışacağımızı bilmiyoruz. Bu konuda bir konsensüs oluşmuş değil. Sadece karşılıklı dayatmalar var.
 
Gerçek çıplak; şiddet arzusu dinmedikçe, husumetten beslenen taşkınlık durulmadıkça, şu anda olduğu gibi, birbirimize hakaret etmekten, kavgadan ve ölümden öte hiçbir sonuç elde edemeyiz.
 
Zor zamanlardayız. Böyle zamanlarda yazmak insanı mutlu etmiyor. Sözün nereye gittiğini kestiremiyor insan. En iyisi, sözü dolandırmadan söylemek:
Başımız belada. Aklımızı başımıza almak zorundayız. Fazla zamanımız kalmadı.