GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Melek ERYAZICI
YAZARLAR
25 Mart 2021 Perşembe

Günce: Toplumsal cinsiyet eşit(siz)liği

İkinci Dünya Savaşı, insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı dönem olarak tarihe geçmiştir. Bu sebeple, savaşın ardından devletler, 10 Aralık 1948 tarihinde, bireylerin hak ve özgürlüklerinin uluslararası kapsamda güvence altına alınması, insan varlığının ve temel haklarının korunabilmesi için İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni imzaladı. Temelde, insan haklarının korunması iki açıdan önem arzeder:

İlki, daimi toplumsal huzur ve güvenini, ikincisi de karşılıklı saygı ve anlayışın devamını sağlama amacı güder. Bu iki temelin bel kemiğini ise eşitlik oluşturur. Eşitlik ilkesi; dil, din, ırk, cinsiyet gözetilmeksizin bireylerin eşit haklara ve temel özgürlüklere sahip olduğunu savunur. Ayrımcılıkla mücadelede ise toplumsal cinsiyet eşitliğinden kuvvet alır. Türkiye de bu amaçla 1949 yılında evrensel bildiriyi imzalayarak, sürdürülebilir kalkınma hareketine dahil olmuştur.

Bilindiği üzere, uluslararası sözleşmeler ulusal yasaların üstündedir. Bu konuda en bilinen örnek ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. (AİHM) Uluslararası sözleşmeleri imzalayan devletler, ülke kanunlarını bu çerçevede düzenlemeyi taahhüt ederler. Türkiye 18 Mayıs 1954 tarihinde AİHM sözleşmesini onaylamış ve zorunlu yargı yetkisini 1990 yılında kabul etmiştir. Bu sözleşme, taraf devletlerin bireylere adil muamele gözetmelerini, kalıp yargılardan ve kadın-erkek için benimsenmiş önyargı unsuru içeren rollerden bağımsız tam gelişim hedeflerini esas alır.

İnsanın insanca yaşaması ve insanlığın gelişimi için yapılandırmacı ve bütüncül algının oluşturulmasında yasal düzenlemeler bu anlamda ne kadar önem taşır?

Bu haftaki yazımın omurgasını oluşturan soru bu.

Hukukun üstünlüğü ilkesi ve insana bahşettiği duygu, ne muazzam.

Demokrasinin de, insana saygının da temeli üstelik.

Düşünür düşünmez, derin bir ah! çekiyor insan.

Sorumun cevabı, çok az insanın haberdar olduğu başka bir sözleşmede saklı.

1985 yılında, kısa adı CEDAW olan Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni imzalayan Türkiye, gereken düzenlemeleri yapma sorumluluğunu ve yasalarını sözleşmeye uygun düzenlemeye ‘biz de varız’ demişti. Bu sözleşmenin kadınların pek çok hakkını koruma teminatı sağlama hedefi taşımakta olduğunu vurgulamaya gerek yok sanırım.

Teori ve pratik...

Birbirine en yakın ve en uzak iki insan gibi...hak ve demokrasi.

Oysa,

Bilgi çağında, özellikle kadının hak ve fırsat eşitliğine gerçekten sahip olabilmesi için,

anayasal ve uluslararası haklarını tanıması ve “tanınması” kadar doğal ve gerekli bir şey yok.

Son günlerde, bu coğrafyanın en ağır sancısı ve sınavı sadece pandemiyle sınırlı değil.

Ötesi berisi yokken, teorisi de şu sıralar pratiğine uymazken üstelik.

Türk Medeni Kanunu 2002 yılında tümden değişmiş olsa da, Türkiye’de halen imam nikahıyla evlilik sürdüren kadın sayısını telaffuz etmek bile zor. Fiziksel, psikolojik,cinsel ve ekonomik şiddetin varlığıyla hayatta kalmaya çalışan kadınların bedensel ve varlık bütünlüğü ihlal edilirken, kadına bakış açısının ısrarla değişmemesi kanayan yaramız...

Kafamda gitgide şekil alan deli sorular...çık içinden çıkabilirsen.

Geçmişten beri, her türlü istismarın hedefi haline gelen kadının temel haklarını koruyan sözleşmelerden mahrum edilmesiyle, istikrarlı kalkınma mümkün müdür?

Kadına karşı işlenen suçların önü böylesine açıkken, toplumun geleneksel sürdürülebilir kalkınma hedefinden bahsetmek lafazanlıktan başka ne ola ki diye geçiyor içimden.

Kadın ve erkek ayrı ayrı mı değerlidir? Biri diğerine göre daha mı değerli, daha mı üstün niteliklere sahiptir? İnsanın değeri evrensel değil midir? Öyleyse, insan olmak, eşit olmak için yeterli bir nitelik değil midir? Değilse, akıl insana ne amaçla atfedilmiştir?

Evrensel Beyanname madde 8 der ki; “Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.”

Kadın hakları söz konusu olduğunda ise, durumun vehameti açıkça görülebiliyor. 2019 yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu’na bir göz atalım.

“Kadınların yaşam hakları başta olmak üzere bir çok hak ve özgürlükleri engellendi.

2019 yılında en az 431 kadın erkek şiddeti nedeniyle hayatını kaybetti. 359 kadın yaralı kurtuldu. En az 499 kadın taciz ve tecavüze, 726 kadın şiddete maruz kaldı. Resmi rakamlar ise şiddete uğrayan kadın sayısının 10 binlerle ifade edildiğini, şiddet sonucu yaşamını yitiren kadın sayısının ise daha yüksek olduğunu göstermektedir. “

2021 yılı da şen kahkahalarla geçmiyor elbet.

Kol kırılıyor, yen içinde kalması ahlaken hala erdem sayılıyor, misal.

Tartışmalarda, iki eksik laf söylemek, alttan almak, mış gibi yapmak hep kadına düşüyor.

Kadına tekme atmak, karnındaki bebeğin hakkı olmaktan çoktan çıktı maalesef.

Kadın, çağdaşlık ve kalkınma ekseninde, insanın cinsiyet bağımsız değerini korumanın faturasını ne zamana kadar ödemeye devam edecek bilinmez. Eşitlik mücadelesinin hissedilir yankısı ve etkisi ise muamma.

Zannımca, şiddete hep bir ağızdan hayır diye haykırmak, kadının hayatta kalabilmesini de sağlamazken, söylemin temelini destekleyici unsurların, güç dinamiklerini yönlendirme gücü ve bilhassa kadına yönelik şiddete toplumca verdiğimiz tepki esas alınmalı.

Şiddetin nedenleri ve sonuçları gerçekçi biçimde irdelenip gerekli önlem-yaptırım yasayla sabitlenmedikçe, tünelin ucunda ışık belirmeyecek. Sözleşmeler imzalanıp feshedilecek ve bir arpa boyu yol alamamış olmanın suskun acısı sadece şiddete maruz kalanların boğazına dizilecek. Simone de Beauvoir ile bitirelim.

“Umut... hâlâ kırılgan ama orada.”

Sevgi ve sağlıkla kalın.