GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Melek ERYAZICI
YAZARLAR
11 Mart 2021 Perşembe

Ajanda

Tarihi birlikte biraz geri saralım mı?

Kapitalist sistemde tüketim çılgınlığının merkez üssü Amerika’ya ve uzak geçmişinde gelişen olaylara uzanalım.

Eşitlik ve adalet algısıyla donanmış bu harikalar diyarı coğrafyası, Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz Amerikan Rüyası’yla hepimizi oyalarken, 8 Mart 1857 tarihine dönelim. O tarihte yaşananlar günümüze ve paylaştığımız coğrafyada kadına ve emeğine ne şekilde ayna tutar birlikte bakalım.

Yolculuğumuzun adresi, mevcut sistemin işçiyi keskin dişleri arasında un ufak ettiği, emeğin hunharca sömürüldüğü, insanın değersizleştirildiği,

sistemin toplumu mekanikleştirdiği, burjuvazinin zenginleştirilmesine hizmet eden ideolojilerin hüküm sürdüğü ve güç birliklerinin payitahtı New York’ta, bir tekstil fabrikası.

40 bini aşkın dokuma işçisi, maruz bırakıldıkları insanlık dışı çalışma koşullarını değiştirmek, düşük ücretleri protesto etmek, cinsiyet bağımsız, eşit ve makul çalışma düzeninin oluşturulması, insanın metalaştırılmasına duyulan öfke ve toplumların modern dünya düzeninde dikkate alması gereken işgücü hakları konusunda farkındalık oluşturmak amacıyla ayaklanır. Ayaklanma kontrolden çıkınca, güvenlik güçleri tarafından barikatlar kurulur. Direnen binlerce insan, sistemin zincirlerini kırabilme umuduna öylesine inanmışlardır ki, geri adım atmayı akıllarından bile geçirmezler.

Polis kurulan barikatları aşmaya çalışan işçilere saldırınca, film kopar.

Fabrika kapıları işçilerin üzerlerine kilitlenir ve bu kargaşada yangın çıkar.

Çıkan yangında, 129 kadın işçi diri diri yanarak ölür. Burada bir es verip, genel çerçeveye baktığımızda, 19. yüzyılın insafsız sömürü düzeni, modern kapitalizm algısı çerçevesinde, burjuvazinin banka hesabına takla attırırken, işçinin cebindeki üç kuruşa da göz diktiği satır arası okuma bilenler için net bilgi.

Esasen bu sisteme aşinayız. Çoğumuz sistemin içine doğduk. Halen yaşıyoruz. Etimize, kemiğimize işlemiş. İnsan varlığının kutsiyet bilncini pekiştirmekten ziyade duyarsızlaşma ve otomatikleştirme sürecine zorlayan bir dönme dolap bu.

Üretim amaçlı bu düzende toplumlar, uygarlaşma düzeyinde sahip olunan mal çokluğu ile özdeşleşmiş güç ilkelerini benimser. Biliyoruz. Kanıksadık...

Ve bütüncül bakış ayırdına varamadığımız bu tarih, belirli gün ve haftalarla tekerrür eder. Toplumsal sınıf bilinci ve ayrıştırmasının acı faturasının en keskin şekilde gözlemlenebildiği varsıl-yoksul dinamiklerinde, emeğin nesneleştirilmesi de tam bu noktada başlar.

Farkettiniz mi? Güç ilişkileri değişmiyor. Tıpkı virüs gibi şekil değiştiriyor, dönüşüyor ama asla yok olmuyor. Kadın-erkek ilişkileri de bu dönüşümden nasibini alıyor.  19. yüzyılın kadınları gibi; günümüzde de sosyal, özel ve profesyonel iş hayatında eşitlik savaşı veren kadınların zorlu mücadelesi devam ediyor.

Kadınların dil, din, ırk, sosyo-kültürel ve etnik köken farketmeksizin hedef alınması, şiddet olgusunun bir davranış biçimi olarak yaygınlaşmasıyla ilintili. Toplumsal cinsiyet algısı ve özellikle kültür kalıp yargıları dahilinde şekillenen tablonun vehameti bu konudaki yasal düzenlemelerinin aciliyetine dikkat çekiyor.

Nitekim, ülkemizde de şiddetle mücadele kapsamında dev bir adım olan İstanbul Sözleşmesi, kadınlar ve erkekler arasında, her türlü hukuki ve fiili eşitliğin sağlanması için ayrımcılığın sonunu getirecek umutlu bir adım.

On dokuzuncu yüzyılda, erkeklerle eşit haklara sahip olmak için diri diri yanan o kahraman kadınların bu çağın kadınlarına İstanbul Sözleşmesi vesilesiyle tarihin içinden el uzattığını ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık ve şiddetle mücadelede bütüncül algı oluşturmanın ne denli önemli olduğu mesajını aktardıklarına inanıyorum.

Erkek egemen toplumlarda, sükunet ve kanaat etmek, yaşam arenasında kadını etkisiz kılmak için atfedilen, uydurulmuş, ayrımı tetikleyen sıfatlardan.

Kadınlara her koşulda ‘senin canın sağ olsun’ diyebilmek için, şiddetin politik bir suç olduğu algısına toplum olarak ulaşmamız ve gelecek nesilleri eşitlikçi eksende bütüncül bilinçle yetiştirmemiz gerekiyor. En önemlisi, yakın tarihte Münevver Karabulut’u, Özgecan Aslan’ı, Aylin Sözer’i, Pınar Gültekin’i, Merve Aslan’ı ve keşke sağ olsaydı dediğimiz yüzlerce kadını nasıl yitirdiğimizi daima hatırlayarak. Şiddeti önlemede bilinçlenmenin farkındalığına vararak.

Sağımızda, solumuzda olup bitene, “Kol kırılır, yen içinde kalır” demeyerek. “Kızını dövmeyen, dizini döver” sözünün bir hakaret ve kabul edilemez bir yafta olduğunu savunarak. “Karı-koca/baba-kız/flört ilişkisine karışılmaz” algısından vazgeçerek.

Kişisel ahlaki görüşlerimizi topluma genellemekten uzaklaşarak.

Ötekileştirmemenin erdem olduğunu anlayarak. Kimseyi fişlemeyerek. En çok da değişerek, pozitif gelişimin düşünsel değişimle başladığını kabul ederek. Emeğin kıymetinin eşsiz olduğunu özümseyerek. Cinsiyet ayrımcı söylemin toplum dinamiklerini zedeleyen, bütüncül bakış açısından uzaklaştıran ve yozlaşmaya açılan kapı olduğunu unutmayarak.

Bir de, insanı belli bir güne endeksleyen ticari zihniyet tuzaklarına düşmemeyi öğrenmeliyiz elbette.

Çünkü, bir gün değil her gün sağ olabilmeyi hak eder insanlık ve bu sayede anlamıyla sonsuzlaşır hem kadınlık hem de insanlık.

Haftaya görüşmek üzere. Sevgiyle, sağlıkla ve umutla kalın.