Son kabine toplantısının ardından
açıklanan kademeli normalleşme planı içerisinde,
kamuoyunun kafası iyiden iyiye karışadursun,
tarihsel süreç değerlendirmesinin salgınla mücadelede izlenmesi gereken
en doğru yol haritası olduğu kanaatindeyim.
Neden mi?
Salgının ne zaman son bulacağı bilimsel olarak öngörülebilir değilken,
konu eksenli spekülatif devirdaim salgından daha hızlı yayılıyor.
Açıkçası, bir salgının nasıl sonlanabileceğini kimse öngöremez.
Bunu düşünmek bile abesle iştigal.
Öncelikle şunu iyi bilmek gerekiyor:
Dünya çapında salgına yakalanan insan sayısı, bu ay itibarıyla 107 milyon civarında.
Sayıca 26 milyona yakın insan halen tedavi görmekte.
Virüs nedeniyle hayatını kaybeden insan sayısı da iki buçuk milyon.
Bu yazı sizlere ulaştığında sunduğum istatistiki bilgiler de güncelliğini yitirmiş olacak üstelik.
Böylesine kritik ve ciddi bir tabloyla karşı karşıyayken,
kişisel tedbirlerin birdenbire gevşetildiği bir senaryoda
sonuçların kimse tarafından tahayyül edilemeyeceği noktaya varması kaçınılmaz.
Bu sebeple, normalleşme sürecine toplumsal sorumluluk bilinciyle girmemiz gerektiğini düşünen tek kişi olmadığımı ümit ediyorum.
Tarihsel sürece bakarsak,
dünyada bilinen ilk büyük salgınlardan biri Antoninus Salgını’dır.
Milattan sonra 165-180 yılları arasında seyreden salgın
ismini Yunan doktor Antoninus’tan almış.
Romalı tarihçi Dio Cassius’un kaynaklarına göre,
bulaşın en yoğun olduğu zamanda,
günde iki bin kişinin öldüğü bu hastalıktan, toplamda beş milyon
insan hayatını kaybetmiş.
Çeşitli kaynaklarda ise,
Roma ordusunu harap eden bu salgının
ticari ilişkileri ciddi boyutta zedelediği ve
insanlık tarihinin seyrini değiştirdiği yönünde de bilgiler mevcut.
Tarihten yansıyan bu kesit,
“Birlikte ne zaman çay, kahve içebiliriz?” sorusundan önce,
yaşamla ilgili daha önemli bir soruyu akla getiriyor.
Getirmeli.
Gelmiyorsa sıkıntı büyük.
Tarihteki en büyük “tıbbi soykırım” olarak adlandırılan İspanyol Gribi
tıpkı Covid-19 gibi bağışıklık sistemini hedef almış,
akciğerleri tahrip ederek, genç-yaşlı ayırmaksızın yaşamdan koparmıştı.
O süreçte de okulların kapanması, seyahat sınırlamaları, maske kullanımı gibi
belirli önlemler esas alınmıştı.
“Salgın bize ne öğretti?”sorusuyla ilk aklıma gelen,
bütüncül halk sağlığını koruma algısının
normalleşme sürecinde de kırmızı çizgimiz olması.
Hoş, biz yaşadığını çabuk unutan toplumlardanız ne yazık ki.
Birlikte kısır yerken, özçekim yapmaktan,
ekonomiye can vermek adına,
o mağaza senin, bu mağaza benim gezmekten
ya da çeşitli partilerde boy göstermekten,
tavuklu pilavı aşkına toplaşmaktan,
‘epeydir de gidemedik ayıp oldu’ diyerek yenidoğan ziyaretlerinden
süreçte geri durabilecek miyiz, pek emin değilim.
Çok sıkıldık, türlü travmalara gark olduk evet ama
haklı olmak mutlu olmaya yetmediği zaman
umarsız köyün kaderci delisi gibi dolanmak istemiyorsak;
o çizginin ötesine geçtiğimizde
çocukların eğitim hakkına süresiz girdiğimizi,
sağlık çalışanlarının nefeslenmesine izin vermediğimizi,
toplumsal birlik ve mücadeleyi sekteye uğrattığımızı ve
kolektif motivasyonumuzu bilinçsizce tüketerek en başa döneceğimizi de bilelim.
Covid 19’la deneyimlediğimiz küresel sağlık krizi henüz geçmiş değil.
Birey ve toplum bazında alınması gereken tüm önlemler yaşamsal sorumluluğumuz.
İyileşme; normalleşme ve dönüşüm sürecinde, kendimize ne kadar hakim olabildiğimiz ve
davranış seçimlerimizle görünür olacak.
Unutmayalım;
Toplum birlikteliğinin gücü hafife alınamayacak kadar büyük etkiye sahiptir.
Fransız Cerrah Victor Pauchet’in önemli bir sözüyle bitirelim:
“Dünyada kesinlikle bir felaket yoktur, özellikle engeller vardır;
eğitim görmüş güçlü bir irade, bunları daima aşar.”
Sevgi ve sağlıkla kalın.