GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Neşe ÖNEN
YAZARLAR
19 Eylül 2024 Perşembe

Dün ve bugün Türkiye (1)

1966 yılının 4 Eylül günü İstanbul’un Haseki semtindeki, şimdi yerinde yeller esen Haseki Hastanesi’nde doğdum.

Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayımladığı İslam Ansiklopedisi’nde (Yazar: Sema Doğan), doğduğum hastane hakkında şu bilgiler yer alıyor:

“Haseki Külliyesi; Cami, medrese (İslam ülkelerinde orta ve yüksek öğretimin verildiği öğretim kurumu), sıbyan mektebi (Osmanlı İmparatorluğu’nda ilkokul), çeşme, imaret (Osmanlı İmparatorluğu’nda yoksullara yemek dağıtan hayır kurumu) ve darüşşifadan (hastane) meydana gelen külliye, Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü hasekisi (padişahın en gözde cariyesi) Hürrem Sultan (ö. 1558) adına Mimar Sinan’ın hassa (özel) baş mimarı olduktan sonra yaptığı ilk eserdir.

19. yüzyıldan itibaren Haseki adıyla anılan Avrat Pazarı semtinde kurulmuştur. Peçuylu İbrâhim (Tarih, I, 298) ve Evliya Çelebi (Seyahatname, I, 165), külliyenin burada yapılmasının Kanuni’nin eşine gösterdiği bir incelik olduğunu yazar.

Külliyenin ilk yapılan birimi cami olup medrese ve sıbyan mektebi bir yıl, imaret ve darüşşifa ise on iki yıl sonra inşa edilmiştir. Bu durum külliyenin bir bütün olarak planlanmadığını, binaların değişik zamanlarda ayrı ayrı düşünülerek tasarlandığını gösterir.”

Avrat Pazarı, Osmanlı döneminde (İstanbul’un fethinden sonra), kadınların kendi ürettikleri ürünleri sattıkları pazar yerlerine verilen isimdir. İstanbul’da en bilinen Avrat Pazarı, Haseki semtinde, Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan tarafından yaptırılan Haseki Külliyesi’nin yakınında kurulmuştur. Bu pazar, kadınların sebze, meyve ve el işlerini sattıkları bir yer olarak hizmet vermiştir.

Bugün, Haseki semti, İstanbul’un Fatih ilçesinde yer almakta olup, Fındıkzade ve Aksaray semtleri arasında bulunmaktadır. Tarih boyunca çeşitli isimler almış olan bu bölge, Bizans döneminde Arcadius Forumu (Forum: Eski Romalılar çağında, Roma’da ve öteki kentlerde, yurttaşların, kamu işlerini konuşmak için toplandıkları alan) olarak biliniyordu.

Arcadius Forumu, Bizans İmparatoru Arcadius tarafından 403 yılında Konstantinopolis’te (günümüz İstanbul) inşa ettirilmiş bir meydandır. Forum, şehrin yedinci tepesinde, Xerolophos (Yunanca kökenli bir kelime olup, “kuru tepe” anlamına gelir) olarak bilinen bölgede yer alır. Bu forum, Theodosius Forumu, Konstantin Forumu ve Bous Forumu gibi diğer önemli forumlarla birlikte, şehrin batısında yer alan bir dizi meydanın parçasıdır. Osmanlı döneminde, bu bölge Avrat Pazarı olarak bilinen bir pazar yerine dönüştürülmüştür.

Forumlar, Bizans toplumunun sosyal, kültürel ve ticari merkezleriydi. Halk, günlük yaşamın bir parçası olarak forumlarda bir araya gelir, sohbet eder ve çeşitli etkinliklere katılırdı. Forumlar, aynı zamanda imparatorluk kutlamaları ve dini törenler için de önemli mekanlardı. Tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçiler ürünlerini/mallarını forumlarda sergiler ve satarlardı.

Osmanlı döneminde, bir başka “avrat pazarları” olarak bilinen yerlerde ise köleler satılıyordu. Bu pazarlar, özellikle kadın ve çocuk kölelerin ticaretinin yapıldığı yerlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda kölelik, ekonominin ve toplumsal yapının önemli bir parçasıydı. Köleler genellikle savaşlar, köleleştirme seferleri ve ticaret yoluyla elde ediliyordu. Özellikle 19. yüzyılın sonlarına kadar, İstanbul gibi büyük şehirlerde köle ticareti oldukça yaygındı. Kadın köleler (cariyeler) ve çocuklar, bu pazarlarda alınıp satılıyordu. Cariyeler, Osmanlı sarayında ve zengin ailelerin evlerinde hizmet ediyordu ve bazıları yüksek statüye ulaşabiliyordu.

Doğduğum hastane Haseki üzerinden devam edelim. Hastanenin bulunduğu semtteki, Bizans döneminde sosyal, kültürel ve ticari amaçlar için halkın toplandığı meydanlar olan forumlar, İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden sonra “avrat pazarları” denilen ve kadınların kendi imal ettiği ürün ve malların, yine kadın alıcılar tarafından alındığı pazar yerlerine dönüştürülüyorlar. Ancak, kadınların kendi ürettikleri ürün ve malların satıldığı avrat pazarları ile kadın ve kölelerin satıldığı avrat pazarlarının aynı adla anılması neden kaynaklanıyor?

Bunun sebebine dair şu tür tahminde bulunmak mümkün:

“Avrat pazarı” teriminin, zaman içinde, “kadınların ürettikleri ürünlerin satıldığı pazarlar” ile “kadın kölelerin satıldığı yerler” arasında karışması muhtemelen iki farklı olgunun aynı dönemlerde ve aynı mekanlarda gerçekleşmesiyle bağlantılıdır. Bu iki tür pazarın zaman zaman aynı alanlarda yer almış olabileceği düşünülmektedir. Yine de dönemin karmaşık sosyal-kültürel dinamikleri göz önüne alındığında, kesin bir açıklama yapmak zordur.

4 Eylül 1966 günü, yani doğduğum gün, pazar gününe denk geliyor. Oysa annem bana salı günü doğduğumu söylemişti. Ne yazık ki annem, yapay zekâ teknolojisi bu denli ileri bir seviyeye gelmeden önce vefat etti. Kendi doğum tarihini ise hiçbir zaman öğrenemedi. Buna şaşırmamak gerekiyor. Zira, 1950 yılında, Anadolu’nun bir köyünde doğan kız çocuğunun, doğum tarihini bilme olasılığı çok fazla değil.

“Neden?” diye soracak olursanız; 1950 yılında Türkiye’de okuryazarlık oranı yaklaşık yüzde 33-35 idi. Bu oran erkeklerde yüzde 50, kadınlarda ise yüzde 20 civarındaydı. Benim doğduğum yıl 1966 yılına gelindiğinde; erkekler için okur yazar oranı yüzde 65-70; kadınlar için okur yazar oranı yüzde 30-35; genel okur yazar oranı ise ortalama olarak yüzde 50 civarında bulunuyordu. Okuma yazma oranının düşük olması dışında, ilkokul ya da ortaokul gibi eğitim kurumları hem 1950’lerde hem de altmışlı yıllarda, özellikle kırsal kesimlerde, bugünkü kadar yaygın değildi. Ayrıca, televizyon ne 1950’de ne de benim doğduğum tarihte henüz yoktu.  Radyo ise köylerde, ancak köy kahvehanelerinde yaygın olarak kullanılıyordu.

İletişimin, okur yazma oranının ve örgün eğitimin bu kadar kısıtlı olduğu köylerde, maalesef, çocukların doğum tarihini bir yere kaydetmekten çok daha önemli işleri vardı insanların. Erkek çocukların yaşı, askerlik açısından önemliydi o zamanlar. Kız çocukları için ise ergenliğe girdikleri andan itibaren otomatik olarak gelin adayı oluyorlardı. Bu yüzden, kız çocuklarının yaşını, günü gününe bilmenin bir önemi yoktu.

Şöyle anlatımlara çok kulak misafiri olmuşumdur; “köyde doğan bütün çocuklar, doğdukları ay ya da yıla bakılmaksızın, köyün bir ileri geleni ya da muhtarı, yolu ilçeye düştüğü vakit, nüfus kütüğüne hepsi de aynı yıl ve günde kaydolurlarmış!”

Annem ve babam, kendi anne babalarının, çocukların doğum zamanlarını “ekin hasat edilirken” ya da “soğuk ve karlı bir kış günüydü” şeklinde mevsimsel döngülerle veya önemli bir tabiat olayına dayandırarak hatırladıklarını anlatırdı. O tarihlerde, köyde doğan çocukların hiçbiri, kesin doğum tarihini bilmiyordu ve hiçbir zaman öğrenemeyecekti. 

Aslında, annem ya da teyzem, tıpkı köydeki diğer kız çocukları gibi, doğum tarihlerini kaydetmek şöyle dursun, babalarının nezdinde doğmuş bile sayılmıyorlardı. Örneğin, köye gelen bir yabancı, evin babasına, “kaç çocuğun var” diye sorduğunda baba; eğer 5 kız ve 2 erkek çocuğu var ise, sadece 2 çocuğum var dermiş. Yani, kız çocukları hesaba katılmazlarmış.

Doğduğum semt Haseki, fakat doğduğum ev, İstanbul’un Fındıkzade semtinde Kızıl Elma Caddesi Ömer Seyfettin sokağında idi.

Fındıkzade semti, adını, Osmanlı dönemi uleması olan Mustafa Efendi’den alıyor. Kaynaklar, Mustafa Efendi’nin, kısa boylu olduğu için fındık lakabıyla anıldığını, bu nedenle, Kızılelma Caddesi’nde konağı bulunan oğlu hattat İbrahim Efendi’ye, halkın “fındığın oğlu” anlamına gelen Fındıkzade ismini verdikten sonra, semtin de Fındıkzade adıyla anılmaya başlandığını belirtiyorlar. 

Kızılelma Caddesi’nin anlamı hakkında ise “Türk mitolojisinde, ulaşılması gereken büyük bir hedefin simgesi” olmanın ötesinde, tarihsel bir önemi olup olmadığı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadım.

Ömer Seyfettin Sokağı’na gelince, adını, “Yüksek Ökçeler, Kaşağı, Diyet” gibi hikayelerinden tanıdığımız, 1884-1920 yılları arasında yaşamış, kısa hikâyeciliğin kurucularından ve edebiyatımızın öncülerinden Ömer Seyfettin’den alır…

Hepimizin Ömer Seyfettin’idir O! Bizim kuşağın çocukları arasında onun hikayelerini sevmeyen yoktur diyebilirim. Hikayeleri, sade Türkçe anlatımıyla ve işlediği milli/ahlaki temalı konularla çocukların gönlünü fethetmiştir.

Malum, bizim zamanımızda henüz dijital platformlar ve dijital kitaplar yoktu. Dolayısıyla, kitap sayfalarının sahiciliğine dokunarak öğrendik Ömer Seyfettin’in ve diğer yazarların hikayelerini sevmeyi. Öyle ki hala bu yaşımda, bir kitapçıya girdiğimde, elime aldığım kitabı, önce koklamak hatta okşamak isterim. Kitaplarım, kimseye ödünç veremeyeceğim kadar kıymetlidirler. Çünkü bilirim, ödünç verdiğim hiçbir kitabın, özenle koruduğum gibi geri gelmeyeceğini. Sayfaları çevirirken dahi buruşmaması için aşırı derecede titizlendiğim kitaplarıma, başkalarının hor davranmasına dayanamam.

Çocukluğumda hiçbir eşyaya ya da bana ait olan hiçbir nesneye, kitaplarım kadar bağlanmadım. Tam hatırlamıyorum ama sanırım ilkokul ya da ortaokulu bitirdiğim yıl, amcam hediye olarak Can yayınlarından bir dizi hikâye kitabı kucaklayıp getirmişti. Mutluluktan nasıl sevinç göz yaşı döktüğümü anlatamam. Çocukluğumda biriktirdiğim kitaplar, 40 yıl sonra, yeğenimin kütüphanesine taşındılar. Dijital çağa girsek de kitap okuma sevgisinin, yeğenim Ekin’in dünyasına kâğıda basılı kitaplarla girmesi ve bu sevginin zamanla, bir tutkuya dönüşmüş olması beni çok sevindiriyor…

Devam edecek…