GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Mehmet KARABEL
YAZARLAR
24 Eylül 2024 Salı

Bir şarkısın sen!

Yıldız tarihi; 24 Eylül 1996...

Günlerden bugün gibi “Salı”

Akşam güneşi, asırlardır olduğu gibi…

İzmir Körfezi’nde batmaya hazırlanıyordu…

Tam da aynı dakikalarda…

“Sanat Güneşi”nin yorgun kalbi…

Son kez atıyor ve…

Dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyordu…

***

Sanat yaparken bu dünyaya veda etmek…

Her sanatçıya nasip olmaz…

Bugün, “Sanat Güneşi”nin ölüm yıldönümü…

O’nun efsane şarkılarını…

28 yıldır O’nsuz dinliyor, efkarlanıyoruz…

Son nefesini 65 yaşında çok sevdiği İzmir’de verdi…

Tek bi’sanatçıya bile el uzatmadı!

Veliaht bırakmadı…

Yaşasaydı…

Bugün, “93 yaşında tatlı / şirin” ama hala egosu yüksek…

Azıcık da “huysuz” ihtiyar olarak…

Batmayan bir “sanat güneşi” unvanıyla aramızda dolaşacaktı…

Ve, büyük olasılıkla…

Hala şarkı söylemeye devam edecekti…

Biz Zeki Müren’e özlemin artarak devam ettiği…

Bu süreçte…

O’nun özel hayatından hiç duyulmamış…

Hatta “güneş yüzü görmemiş” bir özelliğinden söz edelim…

***

Bu garip “intikam hikayesi”, virgülüne kadar gerçektir…

1960’lı yılların sonlarında geçiyor…

Zeki Müren, İzmir’de başına gelen bu olayı…

Meslek büyüğüm Tayfur Göçmenoğlu’na anlatmıştı…

Hatırası büyüktür…

***

Bilir misiniz?

Neden?

“İntikam, neden soğuk yenen yemektir!”

Demiş İspanyol milleti?

Çünkü…

İntikam ateşi ile yanıp tutuşurken…

Sıcağı sıcağına eyleme girişmek kişiye daha çok zarar verir…

Bunun yerine zamana bırakıp daha mantıklı…

Bir “intikam” şekli bulursan…

İşte, bu “yemeği soğuk yemek” anlamına gelir…

***

Zeki Müren…

Üsküp’ten Bursa’ya göç etmiş ailenin tek çocuğuydu…

Babası Kaya Müren inşaat mühendisi ve kereste tüccarıydı…

Annesi Hayriye Hanım da ev kadını…

El bebek, gül bebek büyüttüler Zeki’yi…

Ufak - tefek, çelimsiz bir çocuktu…

Ayrıca gereğinden fazla duygusaldı…

Büyüdükçe bu duygusallığını daha abartılı hissettirdi yakınlarına…

Babası Kaya Müren, 1960'lı yılların sonlarında vefat ettiğinde…

Tek evladı Zeki Müren'in adeta dünya başına yıkılmıştı…

Babası, O’nun her şeyi idi…

O’nu kaybetmeyi asla kabul edemiyordu…

İnançlıydı…

Bütün duaları bilirdi ve sırasında namazını da kılardı…

Bursa'da babası için evde sürekli Kur'an okutmaya başladı…

En değerli hafızlar, içli ve duygulu sesleriyle Kur'an okurken…

O, avuçları açık, gözleri kapalı, içinden kim bilir neler geçiriyordu…

***

Bir ara telefon çaldı...

Evin giriş bölümünde…

Bir büyük etajerin üzerinde duruyordu telefon…

Karşı taraftan gelen ses şöyle diyordu:

“İyi günler… Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nden arıyorum… Sayın Genel Sekreterimiz, Zeki Beyefendi ile konuşacaklar…”

Sanat Güneşi, bi’an duraksadı…

Hemen toparlandı ve “Zeki Müren benim…” dedi…

Karşı tarafta konuşmaya başlayan…

Dönemin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mehmet Cihat Alpan’dı…

Başsağlığı diledi mi, dilemedi mi; Zeki Müren onu bile hatırlamıyordu…

Ancak Mehmet Cihat Bey'in şu sözleri ünlü sanatçıyı bayıltıyordu:

“Zeki Bey, Hürriyet Gazetesi'ne babanız için tam sayfa vefat ilanı vermişsiniz… Şimdi Cumhurbaşkanımız, (Cevdet Sunay’ı kast ediyor) soruyor; değerli sanatçımız için hak vaki olduğunda nasıl bir yol izleriz? Devletin en büyüğü olarak değerli sanatçımız için ne yapabiliriz?"

Zeki Müren, derin acı yaşıyordu…

Kendisinden hiç beklenmeyen bir cevap verdi:

“O sizin sorununuz… Benim acım bana yeter… Ne yaparsanız yapın!”

Ve, “küüüüt” diye telefonu kapadı…

Belki o sırada büyük bir hata yaptığını anladı ama…

İş işten geçmişti…

***

Şu işe bakın ki…

O telefon olayından…

Bir yıl sonra CENTO Başkanlar Konseyi…

İzmir’de toplandı…

Bu toplantı Türkiye için çok önemliydi…

Konseye…

Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Pakistan Devlet Başkanı Muhammed Eyüb Han ve İran Şahı Rıza Pehlevi katılıyordu…

Cumhurbaşkanlığı, üs olarak Büyük Efes Oteli’ni seçmişti…

(Zaten o toplantıyı kaldıracak başka otel yoktu…)

Fuar'ın en hareketli geceleri yaşanıyordu…

Zeki Müren, her zamanki gibi…

Büyük Efes’in sekizinci kattaki Kral Dairesi'nde kalıyordu…

***

O gün, hiç olmayacak bi’şi geldi ünlü sanatçının başına…

Büyük Efes’in Resepsiyon Müdürü Selami Bey…

Zarif bir şekilde Zeki Müren'in önünü lobide kesti…

Konuşurken zorlanıyordu…

Kendisine geçici olarak odasını boşaltması için talimat aldığını söyledi…

Odasına konuk devlet başkanlarından biri geçecekti…

Zeki Müren çok öfkelendi…

Aylar öncesinden planlanan bu toplantı için…

Kendisi daha önce uyarılabilir ve o da bunu kabul edebilirdi…

Son dakikada “Sanat Güneşi”ne bu yapılacak iş miydi?

Babasının vefatından sonra…

Cumhurbaşkanlığından eve gelen telefonu hatırladı…

Tek kelime etmedi…

Otel yönetiminin istediğini yaptı, odasını boşalttı…

Ve o zamanki adıyla Taner Otel'e geçti…

Devlet Baba, “yemeği soğuk yemeyi” tercih etmiş ve…

“Sanat Güneşi”nden garip bir şekilde intikam almıştı!

***

Yedi ay önce kaybettiğimiz…

Ünlü tarihçi/yazar Ergun Hiçyılmaz’ın Zeki Müren’in hayatını anlattığı “Çabuk Büyüme Çocuk”ta, ilk âşkını açıklamıştı… Kelimesi kelimesine şöyle:

Zeki Müren, Güzel Sanatlar öğrencisiyken, Çin Pavyonu’na takılırdı... Mekânın ünlü dansözü, Emine Adalet Pee’ye gönlünü kaptırdı… Gözlerini güzel kadından ayıramıyordu… O’nu, “Barın arkasında bir kadın… Siyah gözler, hafif şehla, enfes baygın bakışlar”  diye anlatıyordu... Cesaretini topladı: “Sizi bir yerden gözüm ısırıyor…” diyebildi sadece... Güzel dansöz gülümsedi: “Daha evvel bana geldin mi?” diye sordu... Zeki Müren, haftalarca yüreği yakan nazarların etkisinde kaldı… Kalbinin sesi şöyle diyordu: “Platonik aşktı… Benden 20 yaş büyüktü... Güzelliğini doyasıya seyredebilmek için hep o bara gidiyordum…”

***

Bitiriyoruz…

Neyle?

Zeki Müren’le ilgili…

“Doğru bilinen yanlışlarla…”

Doğrudur; Zeki Bey…

Sahnede ilk kez İzmir’de “mini etek” giydi…

Hayatında “kahvaltı” diye bi’şi yoktu…

Çay-kahve filan da içmezdi…

İzmir’in buzlu bademine bayılırdı…

Viski içerken, mutlaka buzlu badem isterdi…

Kahvaltıyı değil ama yemek yemeyi severdi…

Günde iki öğün O’nun için yeterliydi…

Bir akşam, bir de uyumadan önce…

Bi’oturuşta 10 adet biber dolması yediğini gören var…

Dini inancı derindi…

Dua etmeden sahneye çıkmazdı…

Sureleri ezbere bilir, mevlit okurdu…

Sabaha karşı hemen uykuya dalmak için gözlerine maske takardı…

Nazara, şansa ve uğura çok inanırdı…

Boğazında mavi bir taş taşırdı…

Nazarın o taşı çatlattığını söylerdi…

Bu dünyadan bir Zeki Müren geçti…

Aynen…

Seslendirdiği o ölümsüz şarkıda olduğu gibi…

Hep, “alkışlarla” yaşadı…

Ve yine o şarkıdaki gibi “alkışlarla” veda etti…

Hatırlayalım, gözlerimiz nemlensin:

“Kimsesizlerin kimsesiyim, kimsesizim… / Yalnızların yalnızıyım, yalnızım… / Dertlilerin dertlisiyim, dertliyim… / Aşıkların aşkıyım, aşağım… / İsmim Mesut, göbek adım Bahtiyar… / Yıllarca hep böyle bildiniz siz… / Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz…”

Nokta…

Hamiş: Bu güzel vatanın tartışmasız en büyük sanatçılarından biriydi… En az dört kuşağın yıldızı oldu… Şarkıcı, besteci, söz yazarı, oyuncu ve şairdi… İki unvanı vardı: “Sanat Güneşi” ve “Paşa”... Zaten O’nun gibi bir sanat güneşi bi’daha ufuktan doğmadı! Toplumun değer yargılarına azami saygı göstermeye çalıştı… İstanbul’da bir köyün okulunu, camisini, kütüphanesini ve yolunu yaptırdı… Hayırlarının kimse tarafından bilinmesini istemedi, reklâmını yapmadı... Tüm mal varlığını Mehmetçik Vakfı’na bıraktı… Görkemli /şaşaalı yaşadı fakat çoğu sırrını da yanında götürdü…

Sonsöz: “Her insan bir yağmur tanesi gibidir; kimi çamura kimi gül yaprağına düşer… / Hz. Mevlana…”