GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Çağdaş ÖZGÜN
YAZARLAR
8 Mayıs 2021 Cumartesi

Sinemasal başyapıtların nedeni öncelikli olarak dramatik başyapıt olmaları mıdır?

Filozof Roger Scruton'ın 1981 yılında yazdığı Fotoğraf ve Temsil makalesine göre “eğer- Yaban Çilekleri ve La Regle du Jeu gibi sinemasal başyapıtlar varsa bunun nedeni, öncelikle onun dramatik bir başyapıt olmasıdır.” Uygulamalı psikolojinin öncülerinden olan Hugo Munsterberg'in 1903 yılında yazdığı ve bilişsel film kuramının ilk kaynağı olarak değerlendirilen “Sinema: Psikolojik Bir Çalışma” kitabına başvurursak Scruton'ın argümanına eleştirel bir yol çizmiş oluruz.

Munsterberg, iki teknik yenilikle, sinemayı tiyatrodan ayırıyordu bu kitapta. Bunlardan birincisi, insanın dikkat mekanizmasını ekrana yansıtma imkanı tanıyan yakın-çekimler (close-up), ikincisi ise insanın rüya görme, hayal kurma ve hatırlama gibi zihinsel eylemlerinin temsillerini ekranda göstermeyi sağlayan fleşbek (cut-back) çekimler. Sinema, bu iki teknik yenilikle sanata, tiyatronun getiremediği kadar yenilik getirmiştir ve daha önce hiçbir sanatta olmadığı kadar insanın zihinsel aktivitelerini görsel olarak ekrana getirerek yeni bir çalışma alanı oluşturmuştur. Sinemayla beraber insanın zihinsel hareketleri, Munsterberg'e göre ruhu, ilk kez materyalleşmiştir.

Jean Renoir'ın 1939 yılında yönettiği La Regle du Jeu, dramatik ağırlığı yoğun olan bir filmdi fakat Renoir'in kamera hareketleri, paralel kurgular ve devamlılığı, yakın çekim teknikleriyle tiyatrodan ayrılıyordu. Dramı, sinemasallaştırmıştı. Bu filmi, dramatik yoğunluğu fazla olsa bile yalnızca drama yaklaştırmak biraz eksik gibi gözüküyor. Scruton'ın argümanı Yaban Çilekleri'ni düşündüğümüzde daha çok zayıflıyor.

Ingmar Bergman'ın 1957 yılında yönettiği Yaban Çilekleri filmini ise öncelikli olarak dramatik bir başyapıt olarak tanımlamak sinemayı tiyatrodan ayırmamak ya da ona bağımlı olarak anlamaya çalışmak gibi değerlendirebiliriz. Yaban Çilekleri, sinemanın özerk bir sanat olduğunun güçlü örneklerinden biri. Film, ana karakterimiz Borg'un (Victor Sjöström) rüyalarını, anılarını, içsel düşüncelerini ekrana yansıtır. Uzay ve zamanda yol alan insanın fiziksel dünyanın olguları arasında deneyimlediği içsel dünyanın görüntülerini de gösterir bu film. Film, özellikle fleşbek tekniklerle, tiyatroyu ve dramın etkilerini bir kenara bırakıp sinemanın imkanlarıyla bir başyapıt yapma yoluna doğru ilerler. İki filmi, teknik olarak aynı sınıfta değerlendirmeyi tercih etmezdim.

Sinemayı, diğer sanatlarla beraber anlamaya çalışmak, diğer sanatları nasıl kapsadığını analiz ederek yorumlamak faydalı bir yol fakat sinemanın kendi yeniliklerini ve kendine ait yasalarını bir kenara bırakıp muhafazakar bir tutumla -öncelikle- drama yaklaştırmak hatalı gibi görünüyor.