GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
16 Aralık 2011 Cuma

Maskeler ve Baykal üzerine…

“Çocukluğumdan beri maskelerden gerçek anlamda tiksinirim. Bir akrabamızın tahta kutu içerisinde Japonya’dan getirdiği kırmızı, beyaz ve siyah maskeler hala gözümün önündedir. Şimdi onların geleneksel ‘no’ tiyatrosuna ait kopyalar olduğunu biliyorum ama o zaman bilmiyordum.
Onların sırıtışları yüzünden gecelerce uyuyamadım.
Hiçbir zaman prenses, cariye ya da peri kılığına girmek istememişimdir. Kendimi özdeşleştirebileceğim tek giysi Kızıldereli giysisi olurdu: deri bir ceket, oklar, yay ve başıma takacağım uzun ve renkli tüyler… Beyaz atlı prensimi bulacağım diye bir balodan ötekine dolaşan prenses olacağıma, geniş çayırlıklarda atının üstünde rüzgar gibi dolaşan bir Kızıldereli kız olmayı yeğlerdim.
Yalnızca bir kez bir maskeli baloya katıldım. Şimdi senin olduğundan daha gençtim ama bütün gece yaşadığım can sıkıntısını ve mutsuzluğu hala anımsıyorum. Her şey zorlama, gergin ve sancılıydı. Gördüğün gibi ‘eğlenmek zorunluluğu’ karşısında dehşete kapılan yalnızca sen değilsin.
İyi ama maskeler neden bazılarımızda böyle bir mutsuzluk duygusu uyandırır? Bunu hiç kendine sordun mu? Ben sordum. Maske yüzümüze taktığımız bir şeydir. Bizi gizler ve başka bir kimlik kazandırır. Aslına bakacak olursak, karnavalda takılanlar yapaylıkları bariz olduğu için en masum olanlardır. Oysa gündelik yaşantıda kendimizi kabul etmek, kabul ettirmek, en derin doğamızı gizlemek için taktığımız maskeler bambaşka tehlikeler taşırlar.
Yılların geçmesiyle farkına varacağın bir şey de yaşamın niteliğinin yüzümüzdeki çizgilerde bıraktığı izler olacak. İzlerde beslenmenin, stresin, deneyimlerin acımasızlığının da etkisi vardır elbette, ama bunlar hafif, solgundur. Silinmeyen çizgilerin nedeni, içsel yaşantımızın yoğunluğudur.
Yirmi yaşındayken hepimiz ‘güzelizdir’ ama kırk yaşına gelince yüzümüz, anlamlı bir biçimde konuşmaya başlar. Ne gibi duygular besledik? Öfke, kıskançlık, rekabet, bencillik, miskinlik mi? Yoksa güç, sevgi, cömertlik mi? Dürüstlük ve merhametsizlik olarak ayrılan iki yol arasından hangisini seçtik? Bakışlarımız yüreğimizin doluluğunu mu dile getiriyor, yoksa konuşan yalnızca dudaklarımız mı?
Yüreğimiz karmaşa, karanlık içinde boğuluyor olabilir ama dilimiz yüce duygulardan, aşktan, sadakatten ve adaletten söz edebilir. İşte en berbat maskelerden biri budur. Dürüstçe yolunu arayanların kafasını karıştıran düzgün ve sadık insan maskesi! İşte o zaman karşımızdakinin sesini kısmalı ve gözlerimizin gördüğüne teslim olmalıyız. Bu gözler, bu dudaklar bize ne diyor? O eller ne anlam ifade ediyor? O insandan ne gibi bir ışık yayılıyor? Özgürlüğün, kardeşliğin ışığımı mı, yoksa çıkarın ve hilenin solgunluğu mu? Onun içinde alev alev yanan bir ateş mi var, yoksa yalnızca bir solaryum lambası mı?”
 
Bundan bir süre önce de sözünü ettiğim/yazı konusu yaptığım Susana Tamaro’ya ait Sessizlik Bir Erdemdir; başucu kitaplarımdan biri oldu. Bazen bazı satırlarında kendimi bulduğumdan, bazen çok farklı bir bakış açısıyla karşılaştığımdan, çoğu kez beni kendi içimde yeniden/yeniden düşünmeye sevk ettiğinden ama en önemlisi, arasında hiç katılmadığım görüşler olsa da yazanın samimiyetinden… satırların içtenliğinden ve içime adeta cümlelerle enjekte ettiği tuhaf bir huzur halinden…
Birkaç gündür düşünüyorum.
Sayın Deniz Baykal ile yaptığımız söyleşide O’nun; insani anlamda bu sürecin ona ne kazandırdığıyla ilgili soruma, ‘bunu şimdi ben yapmayacağım, siz gözlemleyip yazacaksınız’ cevabı üzerine kafa yoruyorum.
Ne yazmalıyım?
Onda insani olarak gözlemlediğim değişimleri en uygun/en doğru ifadelerle, herkesin anlayabileceği, ona da insani anlamda zararı dokunmayacak şekilde nasıl kaleme almalıyım diye düşünüyorum.
Onlarca cümle kurdum kafamda, bazılarını kayda geçtim ekranda. Onlarca çizdim, sildim sonra üzerlerini, hiçbirisi tam yerine oturmadı çünkü.
Nihayetinde yolu, başucu kitabım gösterdi. Yukarıdaki satırlar…
Yüzünde maskeyle dolaşmak zorunda olan (özellikle) politikacılarla konuşma zorluğu çekmemin, onlara (özellikle bazılarına) hep bir kuşkuyla bakmamın nedeniydi de bu aslında. Sözlerinden çok, ellerine, vücutlarına, gözlerine odaklanmak; aslında ne demek istediğini bulmak/okumak…
Deniz Baykal’ın mutlaka ama mutlaka bu süreçte şöyle ya da böyle bir iç muhasebesinden geçtiğini tahmin ediyordum elbet. Ama bir diğer tahminim de onun, eğer hedefleri varsa, yaşadıklarını paylaşmayacağıydı.
Nitekim, paylaşmadı da…
Çünkü politikayı bırakmamıştı, bırakmayacaktı ve gelecek için adı ne olursa olsun, daha yapılacak işleri/ hedefleri vardı. Bu, tıpkı hedefleri olan siyaset dünyasındaki öteki politikacılar gibi, bir süre daha (belki sonsuza dek) maskeleriyle yaşayacağı, ‘yaşadıklarının özetini/bıraktığı izleri/aldığı dersleri anlatmayacağı’ anlamına geliyordu…
 
O röportaj boyunca, bir yandan sorulara odaklanmaya çalışırken, tüm benliğimle maskesinin altındaki Deniz Bey’i keşfetmeye… Ondaki değişikliğin ne olabileceğini, ellerinden, sesindeki tınıdan, yüzünden, vücut dilinden anlamaya çalışmıştım.
“Bu gözler, bu dudaklar bize ne diyor? O eller ne anlam ifade ediyor? O insandan ne gibi bir ışık yayılıyor? Özgürlüğün, kardeşliğin ışığımı mı, yoksa çıkarın ve hilenin solgunluğu mu? Onun içinde alev alev yanan bir ateş mi var, yoksa yalnızca bir solaryum lambası mı?”
Bir yanıt bulamadım…
22 yaşından beri 50 yıldır aktif siyaset yapmış, maskeleri artık zırhı olmuş bir politikacıyı delip geçemedi gözlemlerim/bildiklerim/sezgilerim…
‘Ya tahminlerin?’ derseniz…
Tahminlerim, benim… Bu kadar bin yüzlü/çifte standartlı ortamda, bir günah keçisi gibi hatası ortalığa saçılma/servis edilme barbarlığına uğramış bir insan hakkında, tahminlerle cümle kurmayı reddederim; bunu da yeni bir zalimlik olarak addederim çünkü…
Eğer ‘Baykal ile ilgili gözlemlerimi başka bir yazımda paylaşacağım’ diye bir cümle kurmamış olsaydım önceki yazımda… Muhtemelen, bunu da yazmazdım.
 
Onun için…
Eskiye oranla hayli kilo aldığını, yani fiziksel olarak değiştiğini somut olarak görebildiğimiz Deniz Bey’in ‘iç dünyasındaki değişiklikleri/kazanımlarını anlatmak üzere’ şahsıma verdiği sözü yerine getirmesini, ‘humanity’ bir röportaj için, zamanın gelmesini bekleyeceğim.
O zaman gelir mi? Geldiğinde ben hala gazetecilik yapıyor olur muyum, bilemem.
Ama gelirse, olursa… Şahane olur, daha ne diyeyim…