GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Fikret İLKİZ
YAZARLAR
5 Ağustos 2012 Pazar

Hapistekinin kalemi olabilmek

Ve güneş yasak
Duvarlar vardır
Ve korkunçtur yalnızlığı ranzaların”
 
Sanki bu kadar çok kelime, sanki bu kadar çok cümle ve sanki bu kadar çok birbirini hiç tanımayan bu kadar çok insan bir araya gelmemişti hiç. Bu kadar çok mahkeme, bu kadar çok hapishane, neden bu kadar çok yer alıyor yaşamımızda? Bu kadar “çokları” bu kadar bir arada yaşamamıştık sanki biz…
 
Hapisteki içeridekiler ve onların dışarıdaki insanları bu kadar çok yalnız kalmamışlardı…
 
Bir günlüğünü de olsa terk etmek lazım köşe yazılarını, yazı yazanlara…
 
Kim ne zaman isterse o zaman, o gün, terk etsin yazı yazdığı yerleri…
 
Hapishaneden gönderilen mektuplar daha çok yayınlasın bu köşelerde… Adresleri hapishane olan insanlar yazsın, biraz da köşe yazılarını… Onların kalemi olsun köşe yazarları. Olabilir mi?
 
Bir gün bir köşe yazarı tarafından, bir öğrenci mektubu seçilebilir ve bir gazetenin köşe yazarının köşesinde yayınlanabilir mi? Mümkün müdür?
 
Bianet’de yayınlanan “hapis öğrencilerden mektup var” köşesinden hiç tanımadığınız bir tutuklu öğrenci mektubunu seçin ve köşe yazısı olarak yayınlayın.  
 
BİAnet’de, bianet’ten dosyalar / “Hapis Gazeteciler Suçlarını Anlatıyor”  köşesinden seçilip yayınlanabilecek birçok gazeteci mektubu var. Köşe yazarları gazeteciler, bunları yayınlar mı?
 
Yazdığım yeri bu gün başka bir yazıya bırakıyorum. Hapisteki bir “gazeteci mektubunu”, yeniden ve bir kere daha okumak için, hapishaneden yazıldığı gibi yazıyorum.
 
Günde 17 saat su verilmeyen, 24 saat aydınlanma lambalarının açık olduğu ve her anımın 2 kamerayla izlendiği cezaevindeki koğuşumda bazen kendimi bu sözü söylerken yakalıyorum: “Kimse var mı orada?”
 
Yaklaşık 2 yıldır İstanbul’daki Silivri Cezaevi’nde tutukluyum. Daha mahkeme ne kadar sürecek bilmiyorum. Fakat ben şimdiden, unutuluşa mahkûm edildim.
 
Suçum büyük çünkü; düşünmek, gezmek, gazetecilik yapmak.
 
Adım, Soner Yalçın. 47 yaşındayım ve 25 yıldır gazetecilik yapıyorum. Türkiye’nin önde gelen bazı gazete ve TV merkezlerinde yöneticilik yaptım. Son olarak Türkiye’nin önde gelen gazetesi Hürriyet’in yazarıydım. 12 kitap yazdım. Bunların hemen hepsi, 100-200 bin satarak beni ülkemin bestseller yazarı yaptı. Ayrıca odatv.com adlı haber sitesinin sahibiyim.
 
25 yıllık gazetecilik yaşamımda, Türkiye’deki faili meçhul cinayetleri, devlet içindeki illegal örgütleri, çeteleri, mafyayı ve dinci cemaatleri kaleme aldım. Tarih çalışmaları yaptım. Yazdıklarım nedeniyle ölüm tehditleri aldım; aylarca saklanmak zorunda kaldım, ama yine de korka korka hakikatleri yazdım.
 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye Millet Meclisi Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu, devlet mafya ilişkilerini araştıran mahkemelerde tanıklık yaptım.
Gazetecilik kuruluşları dışında hiçbir derneğe, vakfa, siyasal partiye ve örgüte üye değilim.
Ülkemde sadece mesleki kimliğimle tanınırım, siyasal kimliğimle değil.
 
Ve buna rağmen, 5 yıldır süren yargılama sonucu hâlâ ortaya çıkarılamamış “Ergenekon” adı verilen gizli bir örgütün üyesi olduğum iddiasıyla hapisteyim. Peki, delil olarak ne gösteriyorlar
 
Sahibi olduğum odatv.com bilgisayarında devlet güvenliğini ilgilendiren Word dosyalarının bulunması!
 
Bunlar bize ait değil, virüsle bilgisayarımıza gönderildi. Bunu Türkiye’nin üç seçkin üniversitesi ile bir ABD bilişim ve siber suçlar şirketinden aldığımız bilirkişi raporlarıyla ispat ettik. (Bu virüsü, polis içindeki dinci bir cemaat mensuplarının yaptığından şüphe ediyoruz.)
 
134 sayfalık iddianame aslında neyin yargılama konusu olduğunu ispat ediyor:
İddianamede, 361 “haber”, 280 “kitap-yazı”, 53 “köşe yazısı”, 26 “röportaj” ve 5 “makale” sözcüğü geçmektedir!
 
İddianamede, silah yok, bomba yok, cinayet yok, eylem yok. Mahkemede hâkimler bana sadece, “O haberi neden yaptınız” veya “O röportajı niye yayımladınız” sorusunu yöneltti!
 
İşte suçum bu: Soru sormak, gerçeği aramak, hakikati yazmak. Yani, mesleğimi yapmak...
 
Türkiye’deki meslektaşlarım şeytani bir entrikayla hapse atıldığımı biliyor. Fakat büyük çoğunluğu, cezaevine gönderilmemek, işsiz kalmamak için korkup gerçeği yazamıyorlar.
 
Bu sebeple ben de size bu mektubu yazıyorum.
 
Benim ülkemde düşünce hâlâ kötülüğün simgesi olarak görülüyor. Düşünsel değerlere tutkuyla bağlı zihinlere sadece düşmanlık ediliyor; sahte delillerle hapse atılıyor.
 
Bu mektubu size yazdım; çünkü siz benim “suç” ortağımsınız. Nasıl mı?
 
Aydınlanmayı, özgür düşünceyi, akılcılığı sizden öğrendik biz Erasmus, Descartes, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, David Home, Kant, Marks, Weber, Sartre, Camus değil misiniz siz?
 
Siz düşünce için canını veren Bruno değil misiniz? Siz Dreyfus’un yanında duran Emile Zola değil misiniz? “Siz yanlış yaşam doğru yaşanmaz” diyen Adorno değil misiniz?
 
Sevgili dostlar, evet siz benim “suç” ortağımsınız! Sizi harekete geçirmeye çağırıyorum. Yalnız olmadığımı gösterin.
 
Sessizliğe mahkûm edilişime son verin.
 
Sesim olun, kalemim olun.
 
Yıkın yalanlarla örtülü şu zindanın dört duvarını.
 
Yoksa...
 
Bu yine; toprağa, çiçeğe, ağaca ve en dayanılmazı 12 yaşındaki oğlumun kokusuna hasret; insani niteliklerimi kaybetmem için yoğun tecrit uygulanan cezaevindeki koğuşumda kendimle konuşmaya devam edeceğim:
 
“Kimse var mı orada?..”