GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Ümit YALDIZ
YAZARLAR
13 Ekim 2017 Cuma

Üçüncü pencereden bakınca…

Gündemin ışık hızıyla değiştiği bir ülkede haftada bir gün yazmak kadar zoru yok. Yazı günü gelip çattığında bir önceki yazınız tarihi bir vesikaya dönüşüyor. Geçen hafta Erdoğan’ın AK Partili belediye başkanlarını değiştirerek neyi amaçladığını sorguluyorduk. Neler yaşanmadı ki üzerine… Rusya ile birlikte İdlib’e girip, ABD’yle savaşın eşiğine geldik!
*
Bu hafta ABD ile yaşanan ‘Vize’ krizini irdeleyeceğiz. İki hafta önce Trump ile Erdoğan’ın el sıkışan fotoğrafının altına büyük puntolarla “Hiç olmadığı kadar yakınız” yazan gazetelerin bugün tarihin en büyük diplomatik krizi hakkında neler yazdığını okuyoruz.
Bense meselenin büyükelçi krizinden öte olduğu kanaatini taşıyorum. Hatta bu krizin köküne inmek isteyenlere tarih yapraklarını 3-4 yıl geriye sarmalarını öneriyorum. Soğuk savaş yıllarından baki kadim dostluğun yerinde bugün başka rüzgârlar esiyor. ABD terör örgütü PKK’nın Suriye kolu kabul ettiğimiz PYD’ye IŞİD’le mücadele adı altında alenen destek veriyor. Tank, top, tüfek vs… Güney sınırımızda ABD silahlarıyla kanton bir Kürt devleti kurulması söz konusu…
Aynı ABD bir yandan da Türkiye’yi yönetenlerin çok yakın ilişki içinde olduğu ve milyar dolarlık yatırımlarla dikkat çeken Katar’ın Arap dünyasından izole edilmesine katkı sağlıyor. Hatta Beyaz Saray sözcüleri üzerinden Katar’ı terör örgütlerine yardım ve yataklık yapmakla suçluyor. (12 milyar dolarlık F15 savaş uçağı anlaşması yapana kadar)
Örnekleri çoğaltmak mümkün… Obama’nın son döneminden başlayarak Türkiye politikasında gözle görünür değişiklikler yapan ABD, başta Suriye politikası olmak üzere birçok alanda ‘dost ve müttefiklik’ sınırlarına sığmayan hamleler yapıyor.
Peki, neden? Bu soruya sağlıklı bir yanıt bulmak için son 3-4 yıla daha yakından bakmakta fayda var.
Türkiye’nin dış politika rotasında önemli değişiklikler yapıldı, kabul.
ABD’den daha eski ve kadim dostumun Almanya ile geldiğimiz nokta da ortada.
Hatta ‘vizesiz girme’ hayalleri kurduğumuz AB’ye vize ile bile girememe ihtimalimiz söz konusu.
Ve hatta Nato’dan çıkarılma tehlikesiyle yüz yüzeyiz.
Ama bugünkü bahsimiz ABD ile ilişkiler.
ABD’nin yarım asırlık dost ve müttefik ülkesi Türkiye’nin Rus savunma füzeleri alması söz konusuysa ortada altı çizilmesi gereken durumlar var demektir. Tabi ki dış politika söz konusu olduğunda dostluğun ve düşmanlığın sınırlarını ülkelerin karşılıklı çıkarları çizecektir. Ama ABD’den Rusya’ya, AB’den Katar’a dönülüyorsa, İran ve Çin gibi ülkeler ciddi bir seçenek olarak masanın üzerinde duruyorsa en az 180 derecelik bir değişimden söz ediliyor demektir.

Peki, ne oldu da ABD bizden bu denli uzaklaştı? Vazgeçti.
Biz vazgeçtik sözüne ancak gülerim. ABD’yi bu denli kızdıracak ne yaptık?
Aklıma 17-25 Aralık operasyonu geliyor. Kamuoyunu karpuz gibi ikiye ayıran bir kesim için “darbe girişimi” öteki kesim içinse “yolsuzluk operasyonu” olarak tanımlanan o operasyona dair büyük resme bakalım. Görüntüde ‘dershane krizi üzerinden’ yılların müttefiki Erdoğancılar ve Gülenciler kapışmış, “Ne istediler de vermedik” serzenişinden “İnlerine gireceğiz” noktasına gelinmişti.
O günlerde kaleme aldığım kimi yazılarda meselenin Gülenci-Erdoğancı kapışmasından öte olduğunu anlatmak için üçüncü bir pencere açmaya çalışmıştım
Bugünden bakınca haklı olduğumu hatta üçüncü pencereden bakmadan bu hususta yapılacak tüm okumaların hataları olduğunu savunuyorum.
17-25 operasyonun merkezinde Rıza Sarraf vardı. Namı diğer ‘hayırsever, cari açık kapatıcı’ İran asıllı Azeri kökenli henüz 30’una basmamış işadamı Reza Zarrab! 17-25’in öteki kahramanlarına baktığımızda da operasyonun ağırlıklı olarak Zarrab’ı hedef aldığı anlaşılıyordu.
Dahası yolsuzlukla itham edilen 4 bakanın üçü doğrudan Zarrab’la ilgiliydi. Zarrab’ın canını sıkan emniyet müdürünü tayin eden, TC vatandaşlığı sorununu çözen, ayaklarının önüne yatarım diyen İçişleri Bakanı Muammer Güler, Zarrab’ın uçağıyla ailece umreye gidip, onun koluna taktığı 700 bin TL’lik saatin hesabını vermekte zorlanan Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan ve ofisine çikolata kutularında dolar/avro servisiyle gündeme gelen ‘bakaracı-makaracı AB Bakanı Egemen Bağış…
Bakan çocukları, bakanlık görevlileri, Halkbankası Genel Müdürü gibi sürecin önemli ve ünlü aktörlerine yönelik suçlamalar da Zarrab’a çıkıyordu.
Sonradan çöpe atılan ve yok hükmünde sayılan 17-25 Aralık iddianamesinden Zarrab’ı çıkarsanız geriye neredeyse sadece Erdoğan Bayraktar kalacaktır.
Bugünden bakınca Zarrab’ın kendi ayaklarıyla gittiği –başka bir inanışa göre teslim olduğu- ABD’de 1,5 yıldır tutuklu yargılanması, aynı davada 17-25’in ünlü aktörleri Bakan Çağlayan ve Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın da sanık olarak bulunması 4 yıl önce düğmeye kimin bastığı konusunda şüpheye mahal bırakmayacak bir perspektif sunmaktadır.
Yani 17-25 buz gibi bir Amerikan gizli servis operasyonudur. Bakmayın siz anlı şanlı savcıların, emniyetçilerin sahne aldığına… Onlar birer piyondan, kukladan farksızdırlar. ABD yerli işbirlikçileri üzerinden Türkiye’de 17-25’ten istediğini alamayınca piyonlarını geri çekti. Ve davayı bizzat Amerika’da açtı. Hayırseverdi, bakandı demeden çatır çatır yargılıyor.
17-25’e ister yolsuzluk operasyonu deyin ister darbe girişimi… Ama üçüncü pencereyi açmadan bu meseleyi hatta bugün büyükelçi krizi olarak patlak veren dün PYD krizi olarak patlak veren öteki krizlere anlam veremezsiniz.
Peki, ABD’yi 17-25’e sürükleyen neydi? Savcı Bharara’nın iddianamesi açık… ABD’nin İran’a koyduğu uluslararası ambargoyu devlet bankasını da kullanarak delmek…
Bu kadar basit mi diyebilirsiniz.
Evet, bu kadar basit… Bugün bir konsolosluk çalışanının tutuklanmasıyla vizeleri süresiz iptal eden “Dünya Jandarması” ABD’nin uluslararası bir raconunu/ambargosunu hiçe sayanlara karşı böylesine bir yaptırım için harekete geçmesi alınması gereken bir risktir. Türkiye’yi yönetenler bu riski görmüşler midir sorusuna “Kesinlikle görmüşlerdir” diyemiyorum. Dünya jandarmasının raconunu ihlal ederken sonuçların bu denli ağır olacağını tahmin ettiklerini de sanmıyorum.
*
17-25 bal gibi, buz gibi bir ABD operasyonudur. 15 Temmuz ihanetini doğuran bir operasyon.
Yani yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ‘deliğe süpürmeye’ niyetlendikleri Erdoğan’ı da içine alacak bir operasyon için yerli ve milli işbirlikçilerini devreye sokan ABD, Pensilvanya’da ‘ağırladığı’ Gülen ve ona ölümüne bağlı adamlarını taşeron/piyon olarak kullanmıştır. Belki de bilinçli bir şekilde çıkarılan ya da köpürtülen ‘dershane krizi’ üzerinden bir taşla iki kuş vurmaya niyetlenen ABD’nin Erdoğan’dan daha uyumlu bir cumhurbaşkanı adayına sahip olduğu da düşünülebilir. Ilımlı İslam bayrağını daha iyi taşıyacak, söz dinleyecek, ambargo delmeyecek, deldirtmeyecek bir cumhurbaşkanı adayına…
Sonuçta olmadı. Erdoğan, ABD ve işbirlikçilerinin tezgahladığı 17-25’i yönetmeyi başardı. Yani baskını savuşturdu. O tarihten itibaren Türkiye-ABD ilişkilerinin seyrine baktığımızda bugün incir çekirdeğini doldurmayacak bir meselenin nasıl yarım asrın en büyük krizine dönüştüğünü anlayabiliyoruz.
Türkiye dışında başta Orta Asya olmak üzere onlarca kritik ülkede kullandığı cemaat yapılanmasından kolay vazgeçmeyen ve darbe girişiminin ardından gündeme getirilen Gülen’i iade taleplerini adeta ipe un sererek savuşturan ABD, 17-25’in Türkiye’de ‘aklanan’ simalarına yönelik tutuklama kararlarıyla halen aynı noktada durduğunu gösteriyor.
Tüm bu hamleler ABD’nin Suriye’de PYD’yle neden omuz omuza görüntü verdiğini, Erdoğan’ın korumaları hakkında neden ‘Wanted afişli’ arama/tutuklama kararı çıkarıldığını ve daha pek çok şeyi açıklamaya da yetiyor.
Hatta Türkiye’nin neden S 500 füzeleri alma noktasına geldiğini de…
Peki, meselenin dış siyasi boyutu bu…
Ya iç siyaset? Yaklaşan 2019 seçimleri öncesi ABD ile restleşen bir lidere bu kriz yarar mı?
Bu krizi yeni müttefiklerinin yardımıyla (Rusya, Katar başka olmak üzere) ekonomiyi batırmadan yönetebilirse Erdoğan Türkiye’nin anti emperyalist damarlarına şırınga ettiği ABD karşıtlığı serumuyla en azından 16 Nisan’da bloke ettiği ‘milliyetçi-muhafazakar seçmeni’ yanında tutmayı başarır.
Geriye ne kalıyor ki? Yüzde 49’un birleşmesini önlemek mi? Onu da ustaca yapıyorlar zaten…