GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Harun ÖZDEMİR
YAZARLAR
7 Ekim 2015 Çarşamba

Fazlurrahman İslâmcılığı

1919’da Pakistan (Hindistan)’da doğdu. 1940’ta Pencap Üniversitesi Arapça Bölümünü bitirdi. 1949’da Oxford Üniversitesi’nde İslam Felsefesi üzerine doktora yaptı. 1962’de Pakistan İslâmî Araştırmalar Enstitüsü’ne müdür oldu. Hakkında verilen fetvalardan dolayı Pakistan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Türkiye’nin laik ve demokrat rejiminden çok umutluydu. Rejimin sağladığı özgürlüklerden dolayı İslâm’ın yeniden dirilişinin merkezinin Türkiye olabileceğini düşünüyordu. Türkiye’nin muhafazakâr akademiası onu ağırlayacak olgunlukta değildi. O da 1969’da Chicago Üniversitesi’ne gitti. 1988’de ölünceye kadar çok sayıda talebe yetiştirdi.
 
Fazlurrahman, İslâmî geleneklere bağlı bir aile ve çevrede büyüdü. Oxford yılları onda büyük değişiklikler yaptı. Ne İslâm’dan kopabildi ne de geleneklere bağlı kalabildi. İslâm felsefesi üzerine çalışırken onu cesaretlendirecek birçok Doğulu filozofla tanıştı. Filozoflardan; Allah’ın, Kur’an’ı ve Peygamberi sıradan insanlara gönderdiğini ve daha nice ilginç görüşlerini öğrendi.
 
Fazlurrahman, Ortaçağ filozofları gibi düşünmüyordu. O söylemek istediklerini Batı modernleşmesine ve özellikle de “tarihselcilik” akımına söyletti.
 
Tarihselcilik aslında yabancısı olmadığımız bir “anlama ve açıklama” yöntemiydi. Eski muhaddisler usullerinde hadisler için kullandıkları “mukteza-i hal – durumun gereği – konjonktürün gereği”ni, Kur’an’a da teşmil ederek, Batı’nın İslâm ve Kur’an’a yönelik eleştirilerini bu şekilde savmaya çalıştı.
 
Yine müçtehit imamların çoğunun “fasit akıl yürütme” dedikleri ayetlerin “nüzul sebepleri – geliş nedeni”ne de o tarihselci bir açıklama getirdi ki, hem haklı hem de haksızdı.
 
Haklıydı; çünkü nüzul sebebi konusu, zaten eski müçtehitlerin itimat etmediği zayıf haberlerden oluşmaktaydı. Kur’an’ın zamandan ve mekândan bağımsız açıklanması gereken ayetlerinin, zayıf rivayetlerle sınırlandırılmasına veya dar bir çerçeve içine alınmasına karşıydılar. Fazlurrahman, geleneğin bu konulara bakışını gündeme getirme yerine, “tarihselci” akımı öne çıkarmayı tercih etti. Bu da gereksiz tartışmalara neden oldu.  
 
Fazlurrahman eleştirdiği konularda özenli değildi. Müçtehit İmamlar ile Hintli Müslümanların görüşleri arasında bir fark yokmuş gibi davrandı. Oysa gerçekler çok farklıydı. Bununla da yetinmedi, Kur’an’ın lafzi anlamlarına da “mukteza-i hal – konjoktür gereği” dedi, ayetleri başka türlü açıklamaya çalıştı.
 
İslâm tarihinde birçok kez gündeme gelen ama uygulama imkânı bulamayan bir görüş var: Muhkem (asıl) bir delilden hüküm ancak “illet – son sebep”le istidlâl (çıkarsama) yapılabilir.
Bu hükmün başka alanlara taşınması da ancak illetle mümkündür. Klasik fıkıh ve yüzlerce fıkıh klasiği bu yöntemle yazıldı.
 
İlletsiz hüküm konamaz, kuralı da bu görüşe dayanır. Usul-u fıkhın disipline ettiği illetin, doğru olup olmadığının denetimi ise “hükmün hikmeti” ile yapılmıştır. İllet, “kurallı akılla” belirlenirken hikmet “felsefe” ile açıklanabilmiştir.
 
Bu arada “hükmü illetle değil de hikmetle belirleyebilir miyiz” tartışması da yapılmıştır. Kuralsız akıl yürütmeyi onaylamayan müçtehit imamlar ve usûlcüler, hikmetle hüküm koymaya cevaz vermemişlerdir.
 
Fazlurrahman bu tartışmalara girmeden sanki çok yeni bir görüş ileri sürüyormuş gibi ayetlerin zahiri ve tevil edilemeyen anlamlarını dahi “arka plan” diyerek değiştirmek istemiştir. Aslında Fazlurrahman’ın “arka plan” dediği açıklama yöntemi, eskilerin “hikmetle hüküm koyma” modellerinin kötü bir kopyasından başka bir şey değildi. Bu konuda M.S.1388’de ölen Şatıbî’nin Türkçeye de çevrilen 4 ciltlik “el-Muvafakât” adlı usul kitabına bakılabilir.
 
Fazlurrahman üzerinde çok kelam edilmiştir:
Az bilgi ile çok unvan taşıyanlar, karşılaştıkları soruları yanıtlayamayınca, Fazlurrahman gibi dinden vazgeçmeden dinin bütün insanî birikimlerini reddetmiş ama ortaya bir düşünce koyamamışlardır.
 
Cesareti olmayanlar da Fazlurrahman ve benzerlerinin arkasına sığınarak işi “O böyle diyor…” demeye getirmişlerdir.
 
Fazlurrahman kendisini hiçbir zaman “İslâmcı” olarak tanımlamamıştır. Biz buna rağmen onu okura İslâmcı olarak takdim ettik. Çünkü; Fazlurrahman klasik İslâmcılar gibi çağdaş kavramların hepsini onaylayan biriydi. İslâmcı olması için bunu yeterli gördük.
 

Bu arada şunu da söylemem gerekir, Fazlurrahman, asla bir Namık Kemal olamadı. Çünkü O; Batı’dan İslâm’a yöneltilen eleştirilerin hiçbirine Namık Kemal kadar ilmi bir yanıt veremedi.