GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Neşe ÖNEN
YAZARLAR
7 Ekim 2024 Pazartesi

Dün ve Bugün Türkiye (10) 'Bak Postacı Geliyor'

“Yine yakmış yâr mektubun ucunu
Askerlikte sevda çekmek zor diyor
Yükleyip postanın bana suçunu
Hatırımı teller ile sor diyor
Askerlikte sevda çekmek zor diyor”

Bestesi Erol Sayan, güftesi Mehmet Gökkaya’ya ait “Yine Yakmış Yar Mektubun Ucunu” adlı hüzzam şarkısını benim neslimden bilmeyen pek yoktur. Türkünün sözlerinde, sevgiliye duyulan hasret dile getirilmekte; mektubun yakılması metaforu, sevdiğinin ona ulaşamamasından kaynaklanan bir içsel acıyı ve çaresizliği sembolize etmektedir.

Mektubu yazan, asker sevgilisinin, gönderdiği mektupların eline geç geçtiğinden sitem ettiğini ima ediyor olmalı ki “yükleyip postanın bana suçunu, hatırımı teller ile sor diyor” diye yazmış! Mektubu yazanın da mektubun yazıldığı asker sevgilinin de suçu yok aslında. Maalesef 1970’lerde yani benim çocukluğumda Türkiye'de posta hizmetlerinde bazı zorluklar yaşanıyor ve mektupların zamanında ulaşamaması ya da hiç ulaşamaması gibi durumlar sıkça meydana geliyordu. Bu dönemdeki posta sistemi, altyapı eksiklikleri, teknolojik yetersizlikler ve diğer faktörler nedeniyle aksamalarla karşılaşıyordu.

Bu eksik ve yetersizlikler arasında; posta dağıtım ağının geniş olmaması ve özellikle kırsal bölgelerde sınırlı hizmet verilmesi; o dönemde kara ve demiryolu gibi ulaşım altyapısının sınırlı olması ve özellikle kış aylarında yol şartlarının zorlaşması; posta hizmetlerinde çalışan sayısının yetersiz olması ve postacıların geniş dağıtım alanlarında, zorlu koşullarda çalışması; o yıllarda, günümüzdeki gibi gelişmiş izleme ve kayıt sistemleri bulunmadığından, mektupların kaybolma riskinin daha yüksek olması; posta adreslerinin yanlış ya da eksik yazılması ya da postacıların el yazısı ile yazılan adresleri doğru okuyamaması gibi sebepleri gösterebiliriz.

Bu aksaklıklar sebebiyle, yıllar sonra sahibine ulaşan ya da hiç ulaşamayan birçok mektup vakaları kaydedilmiştir. Gelin görün ki bizim zamanımızda, telefon dahi henüz evlerde yaygın olarak kullanılmıyordu. Acil durumlarda haberleşmek için telgraf, acil olmayan durumlarda ise mektupla iletişim sağlanıyordu.

Örneğin ben, ilk ve orta okul yıllarımda, yazlıkta çok sevdiğim arkadaşlarımı kışın göremediğim için çok özlüyor ve bu özlemimi mektuplaşarak gidermeye çalışıyordum. Biz İstanbul Fındıkzade’de, kız arkadaşlarım ise bizden 10-12 kilometre ötede Bakırköy semtinde oturdukları halde, gönderdiğim mektuplar ancak bir haftada yerine ulaşıyordu. Onlar da bana cevap yazarsa, en kısa sürede haberleşmemiz 15 günü buluyordu. Varın, köy ve kırsal yerlerdeki mektupların varış süresini siz hesaplayın!

Türkiye'de modern posta sisteminin temeli, 23 Ekim 1840 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Posta Nezareti’nin (Posta Bakanlığı) kurulmasıyla atıldı. 1840 yılında, İstanbul'da ilk posta ofisi açıldı. Zamanla bu hizmet, diğer büyük şehirlere ve vilayet merkezlerine de yayıldı. Telgraf ise Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında kullanıldı. Telgraf sisteminin gelişmesiyle birlikte, 1857 yılında Osmanlı Telgraf İdaresi kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından sonra, 1924 yılında Posta, Telgraf ve Telefon İdaresi (PTT) kuruldu. Telgraf ve posta sistemi, özellikle demiryollarının yayılmasıyla birlikte daha hızlı bir şekilde gelişti.

Bizim zamanımızda mektuplar hem devlet içi kurumlar arası hem kişilerle resmî kurumlar arası hem de yakınlarla yapılan kişisel tüm yazışmalarda kullanılan bir haberleşme aracı olduğu için, çocuklara mektup yazmayı öğretmek, onların dil ve ifade yeteneklerini güçlendirmede önemli bir adım olarak görülürdü. Bu nedenle, 1970'li yıllarda Türkiye’deki ortaokul müfredatında mektup yazma, Türkçe ve kompozisyon derslerinin önemli bir parçasıydı. Öğrencilere, yazılı iletişim becerilerini geliştirmek ve dil bilgilerini güçlendirmek amacıyla mektup türleri öğretilirdi. Bu dersler, yalnızca dil eğitimi değil, aynı zamanda yazarlık yeteneklerinin de gelişmesine katkı sağlardı.

Benim yazarlık alanına ilgi duymamda, mektup yazma konusunda okul hayatında aldığım bu eğitimin, çok büyük katkısı olduğuna inanıyorum. O zamanlar, mektuplar atılmaz, bir sandığın köşesinde ya da bir kutu içerisinde saklanır, sık sık yerinden çıkartılıp, defalarca tekrar tekrar okunurdu. Benim, en son 25 sene öncesine dair sakladığım mektuplarım var. Bizim, şimdiki gibi cep telefonlarımıza gelen mesajları ya da e-postaları kaydettiğimiz türden bir teknolojik imkânımız yoktu. Bu nedenle, çocukluk dönemime ait mektuplarımı korumayı başaramadım ve hala buna hayıflanırım.

Mektup yazmak, bireylerin başkalarıyla olan duygusal bağlarını güçlendirmelerine de yardımcı olurdu. Tebrik, başsağlığı veya özür gibi mektuplar, duygusal zekâ gelişimini destekler, empati kurma becerilerini güçlendirirdi. Neden derseniz; el yazısıyla mektup yazarken, her kelimeyi özenle seçersiniz. Yavaş yazmak zorunda olmanız, düşünce ve duygularınıza daha çok yoğunlaşmanıza neden olur.  Ayrıca, el yazısıyla yazmak, kişinin yazım ve noktalama kurallarına dikkat etmesini gerektirir. Klavye kullanmadan, kendi el yazısıyla yazan bir kişi, yazım hatalarını daha hızlı fark eder ve düzeltebilir. Bu durum, dil bilincinin ve yazı yazma tekniğinin gelişmesine katkıda bulunur.

Araştırmalar, el yazısının belleği ve öğrenme sürecini güçlendirdiğini göstermektedir. El yazısı ile yazmak, beynin daha fazla motor ve bilişsel bölgesini harekete geçirir. Bu da kişinin dil becerilerini ve sözcük dağarcığını geliştirmesine katkıda bulunur. Üstelik, el yazısı, kişinin kimliğini ve karakterini yansıtan bir yapıya sahiptir. Bu, yazılı iletişimde kişisel dokunuşun korunmasını sağlar.

Çocukluğumda mektuplar, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda duyguların en samimi şekilde ifade edilme aracıydı. Buna örnek olarak hem içerik hem de biçimsel bakımdan, o dönem yazılan aşk mektuplarını gösterebiliriz. 1970’lerde aşk, genellikle sosyal normlar çerçevesinde, gizli ve utangaç bir şekilde yaşanıyordu. Bu nedenle gençler, sevdiklerine duydukları hisleri mektuplarla açıklarlardı. Genellikle, aileden birinin eline geçme korkusu nedeni ile “aşk mektupları” postaya verilmez ya bir arkadaş ya da bir tanıdık vasıtasıyla, bazen de bizzat sevgiliye direk elden teslim edilirdi. Sevgi sözcükleri, şiirsel anlatımlar ve içten özlemlerle dolu aşk mektupları, şarkılara ve filmlere dahi konu olmuştur.

Bu aşk mektuplarından, ünlü ressam Abidin Dino’nun eşi Güzin Dino’ya, hasta yatağından yazdığı kısa bir aşk mektubundaki tıpkı şu satırlar misali:

“Sevgilim, penceremden, otelinden çıkıp koskoca valizini taşımanı seyrettim. Çabuk dön. Sevmenin de iniş çıkışları var. Sabah doktorlar komşu binada göğsüme baktılar, iyiyim… Ne iğne ne hap, ilaçların ilacı sensin. Sanırım en önemlisi, damla damla sevgili gözlerin. İyileşeceksem onlar iyileştirecek.”

Bazen de aşklar yine bir mektupla sonlandırılıyordu. Bestesini Yıldırım Gürses, Güftesini Aydın Ünsal’ın yaptığı, “Son Mektup” şarkısı, tüm Türkiye’nin bildiği, işte böyle bir aşka veda mektubudur:

“Anla artık, anla beni
Unut bütün geçenleri
Bitsin her şey bütün aşkın, bunu senden istiyorum
Son mektubu yazarken ben saadetler diliyorum…”.

Mektuplar aslında, bir yanıyla geçmişe tanıklık eden belgelerdir. Bu bağlamda,hapishane mektuplarının Türkiye’nin toplumsal yaşantısında ayrı bir önemi vardır. 1970’ler, Türkiye’de sosyal ve siyasi huzursuzlukların, toplumsal çatışmaların ve siyasi tutuklamaların yaygın olduğu bir dönemdi. Hapishane mektupları, bu dönemde tutukluların ve onların ailelerinin yaşadığı zorlukları, duygusal yükleri ve dayanışmayı ifade eden önemli bir iletişim aracı olarak öne çıktı. Mektuplar, yalnızca ailelerle iletişim kurmakla kalmadı; aynı zamanda siyasi düşüncelerin, direnişlerin ve dayanışma duygusunun da aktarılması için bir platform haline geldi.

Bunlar arasında, kayda geçen en dramatik hapishane mektuplarından biri, 1970’lerin üniversite öğrenci liderlerinden olan ve 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş’in, idam edilmeden önce babasına yazdığı son veda mektubudur:

“Baba, mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir… Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir…”.

Hapishane mektupları arasında ünlü şair Nazım Hikmet’in hapishaneden, o zamanki büyük aşkı ve karısı Piraye’ye yazdığı mektupları anmadan geçemeyiz. “Biriciğim” diye başlayan bir mektubunda Nazım Piraye’ye “Ne zaman kavuşacağız?” diye sorup şöyle devam ediyor: “Bir masanın etrafında oturacağız. Bir yatakta yatacağız, yan yana dolaşacağız. Ben sana güzel yemekler pişirip, harikulade romanları ne zaman yazacağım. Artık çıkar beni buradan, karıcığım. (26 Ocak 1939)”.

Mektup türleri arasında, asker mektubundan, iş başvurusu mektubuna, diplomatik mektuplardan vasiyet mektubuna dek daha pek çok türden bahsetmek mümkün. Ancak günümüzde, teknolojik gelişmeler dolayısıyla mektupla iletişim eski önemini yitirdi. Mektup almak, 1970’lerde önemli bir iletişim aracıyken, bir mektup beklemek, gelmesini umut etmek ve postacıdan teslim almak ise büyük heyecanlara gebeydi. Öyle ki mektup dağıtımı yapan ve yolu dört gözle beklenen postacılara, çok büyük bir hürmet ve sempati gösterilirdi. Müjdeli haber, asker mektubu, hapishane mektubu ya da gurbetten mektup getiren postacıya imkânı olanlar iyi bir bahşiş verir, olmayanlar ise gücü yettiğince evinden yumurta, sigara, ayran vb. şeyler ikram ederek, minnetlerini gösterirlerdi. Postacıya duyulan bu coşkulu ilgi, bizim çocuk şarkılarımıza dahi nakşolmuştu:

Biz: “Bak postacı geliyor selam veriyor/Herkes ona bakıyor merak ediyor/Çok teşekkür ederim postacı sana/Pek sevinçli haberler getirdin bana”

Postacı nakaratı: “Bugün yalnız bu kadar darılmayınız/Yarın yine gelirim hoşça kalınız”

Biz: “Haydi git güle güle uğurlar olsun/Ellerin dert görmesin kısmetle dolsun”

Eskiden mektuplar, el yazısı ile yazıldığından kişisel bir dokunuş taşıyordu. Gönderenin yazı stili, mürekkep seçimi, bazen eklenen bir parfüm kokusu ya da ufak bir çizim, zarf içine konan bir gül yaprağı, mektubu alıcısı için daha da özel kılabiliyordu. Mektup yazmak adeta sanatsal bir yaratıcılık ve özen gerektiriyordu. Mektup yazmak için gösterilen özen, alıcıya verilen değere paye biçiyordu. Özellikle bir aşk mektubu, bir dosttan gelen tebrik veya bir askerden gelen haber gibi mektuplar saklanır, yıllar sonra dahi okunabilirdi.

Günümüzde ise kişisel iletişim çoğunlukla sosyal medya platformları, e-posta ve anlık mesajlaşma uygulamaları üzerinden gerçekleşiyor. Elektronik posta, faks ve sosyal medya gibi dijital araçlar, iletişimde devrim yaratarak insanların her an, her yerde birbirlerine ulaşabilmesini mümkün kılsa da birçok mesaj, hızlıca okunup silinmekte veya zamanla unutulmaktadır.

1970’lerdeki mektupla iletişim, insana derinlemesine dokunan, duygusal, özenli ve insan ilişkilerini daha anlamlı kılan bir süreçti. Günümüzde ise iletişim hızı ve kolaylığı arttıkça, bu sürecin sunduğu duygular iletişime yansımaktan uzak, samimiyetsiz ya da yüzeysel insan ilişkileri üretmektedir. Bu nedenle, hayatımıza dokunan mektupların etkisi ve kişisel dokunuşları azalıp, mektuplar artık nostaljik bir hatıra olarak anılsa da ben mektup yazmaya ve postacı yolu beklemeye devam edeceğim…