GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ANADOL
YAZARLAR
17 Mart 2023 Cuma

Çadır!

1964 yılında Keşan 4. Tümen’e bağlı Ulaştırma Tabur Komutanlığında yedek subay teğmen olarak görevdeydim. Kıbrıs’ta Makarios yönetimi Londra ve Zürih Anlaşmalarını hiçe sayarak Türklere karşı imha planı uyguluyordu. Türkiye’deki üniversitelerde okuyan Kıbrıslı öğrenciler memleketlerine giderek mücahit birliğine katılmışlar ve Erenköy’de sıkışıp kalmışlardı. Denizdeki Rum gemilerinden gelen ateş altındaydılar. Karada ise EOKA milislerinin çemberini yarmaları olanaksızdı. ABD, ünlü Johnson mektubu ile Türkiye’nin müdahalesine şiddetle karşı çıkıyordu. Başbakan İnönü’nün bu küstah mektuba karşı “Yeni bir dünya kurulur; Türkiye de yerini alır” yanıtını verdiği günlerdi… İsmet Paşa Erenköy mücahitlerini kurtarmak için jetlerimizi göndermişti. Rum gemilerini bombalarken filo komutanı Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in uçağı isabet almıştı. Şehit Cengiz Topel’in adını Türkiye bugün sokaklara, caddelere, mahallelere, okullara vererek yaşatıyor. Oturduğum ev de Cengiz Topel Caddesinde.

4. Tümen birliklerinin konuşlandığı Edirne’nin Keşan ilçesi, Yunanistan sınırına sadece otuz kilometre uzaklıktaydı. İki ülke arasında savaşın çıkması büyük olasılıktı. Ulaştırma taburu olarak gelen alarm emri üzerine Malkara’daki birlikleri ve silahlarını yükleyip sefer görev yerine taşımakla yükümlüydük. Birlikler Meriç kıyısına yakın ağaçlık arazi içinde konuşlanıyordu. Gelecek ikinci bir emre kadar orada kalacaktık. Önce çadırlar kuruluyordu. Bölük komutanım üsteğmene “Piyadeler bu işi çok iyi biliyor. Çadırımızı ona kurduralım” deyince sert bir karşılık almıştım: “Ulaştırma olmamız asker olmamıza engel mi sanıyorsun? Çadır kurmaktan aciz miyiz?” Sesimi kısıp erlerin uğraşını izlemeye başladım. Nihayet bizim de bir çadırımız olmuştu. İçine portatif yataklarımızı yerleştirdik. Birkaç gün sonra bir hareketlenme oldu. Tümen Komutanı çevreyi denetime çıkmıştı. Paşa bizim çadıra uzun süre baktı. Sonra yanındaki albaya bağırmaya başladı. “Bunlar ne biçim asker? Çadırı dere yatağına hem de ters kurmuşlar! Üsteğmenle teğmene hapis cezası verdim. Cezayı da çadırda çekecekler; anlaşıldı mı?”

Çadırın bu kadar önemli olduğunu o zaman anlamıştım. Çadır deyip geçmeyin. Orta Asya’daki ceddimizin dilinde çadıra verilen ad yurttur. Bugün vatan karşılığında kullandığımız yurt sözcüğünün kökeni çadırdır yani. Türk ve Moğol göçebelerinin ev olarak kullandıkları çadırlar, deri veya keçe ile kaplanmıştır. Göktürk anıtlarını incelemek üzere TBMM heyeti ile gittiğimiz Moğolistan’da görmüştüm. Çadırın içinde mutlaka bir soba ve üstünde et kaynayan büyük bir tencere vardı.

Çadır kültürünün içinden gelmiş bir ulusun yurttaşları olarak, kendisi çadırla özdeşleşmiş eski adıyla Hilâli Ahmer, bugünkü adıyla Kızılay kurumuyla tanışmamız ilkokul sıralarında başlar. Kızılay kolunun verdiği zarflara harçlıklarımızdan artırdığımız bazen on bazen de yirmi beş kuruşlarımızı koyarken içimizi huzur kaplardı. Cumhuriyet rejimi halkımıza iki kurum armağan etmişti. Biri Kızılay diğeri de Türk Hava Kurumuydu. Kara gün dostu Kızılay afetlere önce kurduğu çadırlar sonra da başta çorba olmak üzere dağıttığı sıcak yemeklerle yetişirdi. “İstikbal Göklerdedir” diyen Atatürk’ün emri ile kurulan THK ise dilekçelere yapıştırılan bir kuruşluk “Tayyare pulu” ve halktan toplanan kurban derileriyle hayat bulurdu.

AKP iktidara geleli yirmi bir yıl oldu. Önce kurban derilerine göz diktiler. Derilerin tarikat ve cemaatlere verilmesinin yolu açıldı. Sonra THK’nun yapısı bozuldu. Kayyumlar cirit attılar. O kadar ki orman yangınları çıktığında dönemin orman bakanı THK uçaklarını kötüledi. Pek iyi Riyaseti Cumhur makamının ondan fazla uçağı varken devletin orman yangınlarına karşı filosu var mıydı? Ne gezer! Rusya’dan ve başka ülkelerden kiralık uçak gelinceye kadar Ege’den Akdeniz’e uzanan canım ormanlarımız kül olup gitmişti.

Her yeri, her kurumu ele geçirme gizli/resmi politikası olan iktidar, Kızılay’ı da holdingleştirmeyi becerdi! 1999 depreminden sonra kurulan AFAD’ın yöneticilerini de ehliyet ve liyakata göre değil sadakata göre belirledi. Dere yatağına, deniz kenarlarına kurulan ve ilk yağmurda su alan çadırları görünce asıl felaketin partizanlık ve nepotizm olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Çadır kurmasını bilmeyen AFAT elemanları bizim için sürpriz değil artık. Hukuk Fakültesine veteriner, Mimarlık Fakültesine ilahiyatçı dekan atayan bir iktidardan başka ne beklenebilir ki?

Televizyon ekranında görünen Adıyamanlı depremzedenin yağmur yağdıktan sonra ikinci sıfatı selzede oldu. Orta yaşlı adam öfke, keder ve çaresizlik içinde çamurlar arasından bağırıyor: “Biz bu çadırlarda her gün bir daha ölüyoruz!” Yanlış arazi üzerine yanlış kurulmuş çadırlar su içinde. Ateşi çıkmış yavruların başındaki anneler gözyaşı döküyor. Çamurlar ellerinde kalan birkaç eşyayı da yutmuş. Bata çıka ilerleyen basın emekçileri, gazeteciler, kameramanlar görüntüyü gözümüzün içine sokuyorlar.

Bulutlar bardaktan boşanırcasına yağmuru çadırkentlerin üstüne boşaltıyor. Çocukluğumuzdan bildiğimiz bir kantonun sözlerini anımsıyorum: “Çadırımın üstüne şıp dedi damladı / Allah canımı almadı almadı!”