GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Engin ÖNEN
YAZARLAR
1 Haziran 2023 Perşembe

Türkiye’nin sosyolojisi ve seçimler…

Pek çok kişi bu seçim sürecinde ve özellikle aday belirleme tartışmalarında, “Türkiye’nin sosyolojisi” kavramını kullanarak, düşüncesine adeta bilimsel bir temel oluşturmaya çalıştı. Ancak birçoklarının bunu isabetli bir şekilde yaptığını sanmıyorum.

Geçen akşam, hukukçu Profesör Ersan Şen, bir TV programında, “Kılıçdaroğlu’nun adaylığı Türkiye’nin sosyolojisine aykırıydı” dedi. Kendisinin de bu yüzden olsa gerek, Sinan Oğan’ı desteklediğini öğrendik.

Burada kastedilen sosyoloji, ülkenin mezhep dağılımı gereği Alevilerin azınlıkta olduğu tespitiydi. Evet, ama neden yanlış olsun ki. Eğer bu görüşü benimsersek, bu ülkede daima Sünni Müslüman ve Türklerin aday olması kaderine ulaşırız. Bu da hukuk ve Cumhuriyet ilkelerine tamamen aykırı bir görüştür.

Gelelim ülkenin sosyolojisi ve siyaset ilişkisine. Bunu analiz edebilmek ve tartışabilmek için öncelikle bu sosyolojinin sabit ve donuk bir şey olmadığını unutmamamız gerekir. Evet, bu ülkede Aleviler, Kürtler ve başka inanç ile etnik gruplar sayısal olarak azınlıktadır. Ancak sosyoloji sadece böyle bir sayısallıkla açıklanabilecek bir şey değildir.

Daha doğrusu bu değişkenler ile siyaset ilişkisi zaman ve yere göre değişmez bir ilişki olamaz. Bu değişkenlerin rolünün zaman ve yere göre arttığı ve azaldığı durumlar olur.

Örneklere başlayalım. Kılıçdaroğlu’na oy veren seçmenler belli bir mezhebe mi mensuptular. Tabii ki hayır. Kendisine oy veren 25 milyon seçmenin, tahminen ancak yüzde yirmisi Alevidir. Peki gerisi?

Kılıçdaroğlu’na oy verme veya vermemede Alevi olması etkili olmuş seçmen vardır elbet ama bu çok belirleyici bir şey değildir. Bazı muhafazakar ve dindar seçmen, bunu gerekçe olarak kullanabilir ama bunlar genellikle, muhalefetin adayı Sünni de olsa oy vermeyecek kesimlerdir.

Doksanlara kadar seçmen tercihlerini belirleyen faktörler daha ziyade ekonomik ve sınıfsal değişkenlerdi. CHP veya SHP yükseldiği dönemlerde ülkenin bütün bölgelerinde birinci parti olabiliyordu. Sadece Tunceli, Erzurum, Konya ve Yozgat gibi bazı geleneksel şehirlerde din ve mezhep belli ölçüde sandığa yansıyordu.

Yetmişli yıllarda İzmir’de önseçimden ilk sırada çıkan milletvekili adayı, Mahmut Türkmenoğlu idi. Türkmenoğlu, Aleviydi ama delegeler arasında Alevi oranı yüzde on bile değildi o dönemde. Şimdi durum farklı tabii.

Siyaset sosyolojisinde klasik bir tartışma vardır. Siyaset mi toplumu dönüştürür yoksa toplumsal olaylar mı siyaseti belirler şeklinde bir tartışmadır bu. Ancak çağdaş sosyolojide bunun karşılıklı bir belirleme olduğu kabul edilir.

Sanayileşme ve göç olayları siyasete bir şekilde etki eder ama siyaset kurumu da göç, sanayileşme ve eğitim gibi birçok toplumsal olayı ve kurumu dönüştürebilir. Olaya bu açıdan baktığımızda da ülke sosyolojisinin sabit bir doğası olmadığı ortaya çıkar.

Türkiye’de Sünni İslam ağırlıktadır ama bunu siyasi malzeme haline getiren İslamcı partiler ve liderler uzun süre kayda değer bir destek bulamamıştır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman gibi saçma sapan bir tanım kullanılsa da yetmişli yıllarda Erbakan’ın aldığı oy, laik Ecevit’in ve CHP’nin aldığı destek ile kıyaslanamayacak kadar azdı.

Sonra dönem değişti. Toplum ve şartlar değişti. Ayrıca popülist siyaset, küreselleşme döneminde motive olan din ve etnik kimliklere yatırım yaptıkça seçmen tercihleri bundan etkilenmeye başladı. Ayrımcılık ve cemaatçilik hem toplumsal koşullar gereği hem siyaset kurumunun katkısıyla giderek gücünü artırdı.

Bugün Türkiye’de Sünni İslam ve İslamcılık güçlü bir akım haline gelmiş olmakla birlikte bu, sabit ve değişmez bir durum değildir. Dolayısıyla siyasetin görevi, bunu veri alıp popülist bir dil benimsemek/yeniden üretmek yerine, bunu dönüştürücü bir yol izlemektir. Aksi halde, bu sosyolojiyi mekanik bir yapı olarak algılarsak, Erdoğan ve Oğan kaderimiz olur.