GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
18 Eylül 2015 Cuma

Osmanlı ne tek dinliydi, ne de tek dilli… Simbiyotikti…

Ortalıkta Osmanlı adını kullanarak dolaşan ve kendini “Milliyetçi-Muhafazakâr” olarak tanımlayan, ülkücü camia ile alakası da olmayan gruplar son günlerin en çok tartışılan, konuşulan mevzularından biri… Liderleriyle yapılan röportajdan sonra bu yazı şart oldu… İlber Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” kitabını karıştırdım, Doğan Kuban Hoca’nın Osmanlı notlarını okudum ve “Büyük Türk Milliyetçisi” Ziya Gökalp’ın hayat hikayesini bir kez daha gözden geçirip çok da emin olduğum bir konuyu  “tek tek” anlatmaya karar verdim… Önce başlıktaki “simbiyotik” sözcüğünü açıklayayım: “Yararlı yan yana yaşamak” demektir. Kültürpark’taki bazı çam ağaçlarına bakın onlara sarılmış sarmaşıklar vardır, işte hem ağaç hem de sarmaşık mutlu-mesut geçinip giderler, kendi kimliklerini de korurlar… Budur “simbiyotik”…

Doğan Hoca’dan özetleyeyim: Selçuklu döneminde kentlerde daha çok Hıristiyanlar vardı. Türk göçerler sürüleriyle yaylalarda yaşarlar, ürünlerini Hıristiyanlarla takas yaparlardı. Selçuklu döneminde kentlerde Türkmen baba ve Hıristiyan anadan olan Bizanslıların “mixovarvaroi” dedikleri insanların sayısı hiç de az değildi. Selçuklu emirleri Hıristiyan nüfusun genç, güçlü ve güzel çocuklarını da alıp Müslüman yapar, önce köle olarak kullanır, sonra yanında güvenilir olduğuna kanaat edince büyük görevlere getirir, onlara Arapça, Farsça, Türkçe adlar takarlardı. Selçuk döneminin Mübarüzeddin Behram Şah, Celaleddin Karatay gibi ünlü emirleri Hıristiyanlıktan dönmedir.

Bu sistem Osmanlılarda devşirme adı altında sistemleşmiş ve Osmanlı devletinin yeniçerisi ve Enderun’dan yetişen bürokrasisi ve hepsi askeri adı taşıyan dönme sınıfı memurlarıyla devletin 19. yüzyıla değin yeniçeri neferinden sadrazamına kadar belkemiğini oluşturmuştur. Buna İran ve Arap ülkelerinden gelen din görevlilerini de eklerseniz Osmanlı toplumu hakkında bir fikriniz olur. Türklerin tarihi Çin’den Balkanlar’a, Mezopotamya’dan Cezayir’e kadar bu simbiyotik tarihtir. Orhan Bey’in karısı Nilüfer (Nenuphar), Kanuni’nin en sevgili karısı Hürrem Sultandır ve Hıristiyan olarak doğmuş kadınlardır bunlar...

Mahmut Paşa bir Bizanslı asilzade, Sokollu ve Rüstem Paşa Slavdı. Sokullu Mehmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük sadrazamı ve hiç şüphe yok ki Müslüman Türk kültürünü benimsemiş bir devlet adamı ve askerdi. Ama Sırp ruhban ailesinden geliyordu. Sadareti sırasında kardeşini yeni kurduğu Sırp Pec Patrikliği’nin başına geçirdi ve dönemin padişahlarından hiçbiri buna itiraz etmedi.

Bu anlaşılmazsa Osmanlı tarihi de anlaşılmaz. Aslında bu Türklerin en büyük insanlık özelliklerinden biridir. Avrupalıların dünyayı fetihlerinde yerli halkla karışması söz konusu olmamıştı. Onun için Türkler sömürgeci olmamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük gücü Türklerin savaşçı olmaları kadar, sistemin sömürge zihniyeti olmadan çalışmasına dayalıydı. Bir Hıristiyan Arap Amerikalı olan Edward Said’in ‘Kültür Emperyalizmi” adlı yapıtında çok iyi tanımlanan Batı emperyalizmi, Osmanlı’da yoktur.

Doğan Kuban Hoca, Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin özelliklerini şöyle sıralamıştı: “Türkler İskender, Makedonyalılar ya da Moğollar gibi kan dökücü değillerdi;  yerleşik toplumlarla kaynaşmışlardır… Türkler bu ortak yaşamın sağladığı uyum ve öğrenme sürecinde yerleşik yaşam tekniklerini öğrendiler… Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nu uzun süre yaşatan mekanizmadır. Selçuklu ve Osmanlı çağlarında büyük bir yerleşiklik gösterisi olan mimari bu uyumun yaratıcı aşamasının en büyük göstergesidir.”

Osmanlı İmparatorluğu tebaası çok dinli, çok dilliydi.
Böyle bir renkli topluluk daha önce Roma’da vardı, şimdi ise ABD’de var… Roma, Pagan bir imparatorluktu ve neredeyse Orta Doğu’daki bir grup Yahudi dışında kimse tek tanrılı dine mensup değildi. Doğu Roma’yı yani Bizans’ı bitiren Osmanlı ise, Balkanlar’da Macaristan’dan, Mezopotamya’ya, Fırat kıyılarına, Kafkasya’dan hatta Kırım’dan, güneydeki Somali’ye Etiyopya’ya kadar üç büyük dinin hemen hemen bütün mezheplerini, varyantlarını da içeren bir imparatorluktu… Osmanlı tarih sahnesinden çekileli neredeyse 100 sene olacak, ama o dönemin akılcı çözümlerinden vazgeçildiğinde problemlerin büyüdüğü Balkanlarda ve Kudüs’te bugün bile yaşanan problemlerden anlaşılabilir…

Dil farklılıkları bütün dünyada 18. Yüzyıl ortalarına kadar sorun oluşturmuyordu. Ancak 1789 Fransız devriminden sonra Avrupa’da en önemli sorun dile ve dil farkına dayanan etnik ayrılıkların ortaya çıkması oldu ve o zamana kadar en büyük güç olan İspanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalandı…

Yani Osmanlılar, Bizans’tan devraldığı Hıristiyan ve Yahudi cemaatleriyle yaşamayı baştan kabul etmişlerdi. Ayrıca Müslüman olmayan unsurlar Osmanlı yönetimi açısından önce “iyi bir vergi mükellefiydiler”

Fatih Sultan Mehmet döneminin tarihini yazan üç farklı dinden tarihçi de Osmanlı’nın ülkesindeki Müslüman olmayan unsurlara karşı nasıl da iyi davrandığını doğrular. Birisi Tursun Bey, ikincisi Kritovulos ( Rum Ortodoks tarihçi), üçüncüsü de Kapsali (Yahudi tarihçi)... Kapsali’nin yazdığı eser yerli yahudi nüfusun Osmanlı idaresine karşı duydukları yakınlık ve bütünleşmenin de bir ifadesidir.

Fatih, İstanbul’u aldığı zaman şehre önemli ölçüde Ermeni nüfusun göç etmesini teşvik etmiştir.
1453’te İstanbul harabeye dönmüştü ve boşalmıştı, Ermenilerin çok sanatkar bir millet olduğunu, özellikle incelikli işlerde kendilerini geliştirdiklerini bilen Fatih bu grupları Başkent’e yerleştirdi. Fatih görülmemiş bir şey daha yaptı. Ermeni milletinin ruhani merkezi Eçmiyazin’e bağlı (Bugünkü Erivan yakınlarındaki kilise grubunun bulunduğu alan) Van’daki Ahtamar , Çukurova Sis ve  Kudüs ‘te birer patriklikleri bulunmasına rağmen, İstanbul’da bir patriklik kurdurdu.  Başına da Bursa metropoliti Hovakim’i getirdi. Yıl 1461’di. Ermeni milletinin mali, idari işlerine, eğitim sorunlarına, hukuk işlerine İstanbul Patrikhanesi bakacaktı. Herkes oradaki, “millet- başı”na, yeni tayin edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni Patriği’ne tabi olacaktı. Daha sonra Eçmiyazin’deki ruhani otorite bile idari ve mali işler bakımından İstanbul’a tabi oldu.

Osmanlı tebaasının Müslüman gruplarında da çeşitlilik vardı… İlber Ortaylı’dan öğreniyoruz ki, Mezopotamya Bölgesi’nde sünni hukuk doktrinin farklı yorumları olan Şafilik’e, Kuzey Afrika’da Hambelilik’e ve esas itibarıyla Sünni yorumun esası olan Hanefilik’e mensup müslümanlar vardı. Mesela Diyarbakır’da, Musul’da, Şafi Müftüsü’nü görmek olasıydı. Müslümanlar mahkemeye gittikleri zaman kendi davalarının bu mezhebin yani Ebu Hambel, İmam Şafi, İmam Hambeli ve Ebu Hanife veya İmam Maliki’nin içtihatlarına göre bakılmasını ileri sürerlerdi. Bu, onların hakkıydı. Mısır’da bu dört mezhep de bir arada bulunduğu için Osmanlı’nın tayin ettiği kadı adeta başkadı rolünü oynuyordu.

Böyle bir imparatorlukta, protokoldeki üstünlük Bizans’tan kalma bir alışkanlık olarak İstanbul’daki Rum Ortodoks Patriği’ne verilmişti. Protokolde padişah kimseyle yemek yememesine rağmen patrik Saray’a davet edilmiş ve onunla birlikte yemek yemiştir. Rum Ortodoks Patriği ki Roma Ortodoks Patriği demektir. Sadece dini değil, idari, mali ve eğitim işlerine de bakardı. Fatih kendisine “Roma Kaiseri” “Kaiser-i Rum”  denilmesini isterdi.

Fatih’in 350 sene sonraki torununa bakalım şimdi de…

II. Mahmud, “adlî” unvanını taşımasına rağmen tarihimizde çok da “adaletli” bulunmayan işlere de imza atmış bir padişahtı…

Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz gerekli olan fakat çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır.  Bu ocağın lağvı sırasında büyük bir iftira mekanizması işlemiş ve binlerce suçsuz insan hayatını kaybetmiştir. II. Mahmud, yaptığı devrimlerle İmparatorluğu yeni bir döneme götürmüştür.

Kiliselerin, sinagogların önüne kendi adına çeşmeler yaptıracak kadar imparatorluğunun çok dinli ve çok dilli bir tebaanın başında olduğunun bilincindendir…

II. Mahmud dönemine kadar, insanlar dillerine ve dinlerine göre İlber Hocamızın tanımıyla “kompartımanlarda” yaşarlardı. Cemaat mensubunun yükselmesi ve yaşaması kendi cemaatinin, kendi ruhani yahut dini liderlerinin kontrolündeydi.  Dışişlerini yürüten Fenerli Rumlar gibi devlet memuru olabilirdi,  Ermeniler gibi mimar başı olabilir, barutçubaşı olabilir, darphane nazırı emini olabilirdi ama önce kendi liderine bağlıydı.

Özetle Osmanlı bugünkü Osmanlıcıların anlayamayacağı kadar önemli bir “insan coğrafyası” idi…

Doğan Hoca’nın müthiş tespiti ile bitirelim, yeni Osmanlıcılara dersimizi: “Hıristiyan ve Yahudileri, Müslümanlarla eş tutmasalar bile, kendi milletleri, cemaatleri arasında kendi inançlarına göre yaşam sağlamaları Avrupa’dan daha eski bir uygarlık uygulamasıdır. Fakat Osmanlı’nın bu hoşgörüsü, Türklere ‘Etrak-ı biidrak’ (düşüncesiz Türkler) sıfatının verilmesine engel olmamıştır. Türkiye’de bugün Osmanlı hoşgörüsü yoktur. Fakat Osmanlı cehaleti yaşıyor. Bu da simbiyotik tarihin garip bir sonucudur. Osmanlı sisteminin mutlak sultan kulluğu ve devşirme sistemi, iki olumsuz davranışı, Türk toplumuna miras bırakmıştı. Birincisi iktidara geçenin halka kul gibi bakmasıdır; ikincisi devşirme kulun temel davranışının mümkün olduğu kadar çabuk zengin olmak ve gününü gün etmek felsefesidir.”

Anlatabildim mi?