Kara akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası
Genç yaşta yitirdiğimiz değerli ozan Orhan Veli çıktığı gezide Zonguldak izlenimlerini başarılı biçimde üç dizeye sığdırmıştı. Zonguldak havzasında bu dizeleri bilmeyen yoktur. Konferanslardan sanat etkinliklerine, kongrelerden seçim meydanlarına uzanan her toplulukta söylenir, bıkmadan usanmadan yinelenir.
Karadeniz Ereğlisi Kestaneci köyünden Uzun Mehmet’in 8 Kasım 1829’da bulduğu maden kömürünün 1848 yılında başlayan üretimi günümüzde de devam ediyor. Taş kömürünün linyitten farkı koklaşabilir ve ağır sanayide kullanılabilir olmasıdır. Ülke ekonomisinin yanında havzanın sosyal yaşamı ve kültürüne vurduğu damga nedeniyle bir adı da kara elmastır. Neden kara elmas? Birinci neden kömürle elmasın birer karbon bileşiği olması, kimyasal formülde sadece bir karbon atomu fark etmesidir. İkinci neden de ülke ve özellikle Zonguldak için yerin yüzlerce metre altından çıkarılan bu kara taşın ekonomik değeridir. Bu nedenle Zonguldak’ta okulların, anıtların, caddelerin çoğunun adı kara elmastır. Zonguldak’taki Kara Elmas Üniversitesi’nin ismi sonradan Bülent Ecevit’e dönüştürülmüştür. Mehmet Seyda Zonguldak üzerine yazdığı romanın adını Yanartaş koymuştur. Sanayi çağının olmazsa olmasıydı maden kömürü. Henüz petrol dönemi başlamamıştı. Donanmalar, trenler, fabrikalar kömürle çalışıyor, okullar, hastaneler, kışlalar, kentsoylu evleri onunla ısınıyordu.
Başlı başına bir tarih araştırma konusu olan Zonguldak kömür havzası, Ereğli’den bugünkü Bartın-Kastamonu sınırlarına ve kuzeyde Karadeniz’in derinliklerine uzanır. Osmanlı dönemi, yabancı şirketlerin, azınlık ve yerli tebaa ortaklıklarının üretim çalışmalarını yansıtır. Olağanüstü yetkiyle Ereğli Kaymakamlığına atanan Dilâver Paşa, çalışmaları bir nizamname çıkararak sürdürmüştü. Paşa, taşkömürü rezervi olan coğrafyanın sınırlarını Havza-i Fahmiye adını vererek belirlemişti. Yer altında ayrı bir dünya vardı. Nizamnameye göre 12 kişilik dönüşümlü guruplar halinde havza köylerinden gelen 13 ile 50 yaş arası erkeklerin yaşamı bilmece benzeri labirentlerde geçiyordu. Bu zorunlu çalışmanın adı mükellefiyetti. Ereğli ve Zonguldak’ta “mükellefiyet daireleri” vardı. Kaçanlara iki kat çalışma cezası veriliyordu. İşçiye dönüşen köylüler sabah karanlığında ocaklara giriyor, akşam karanlığında çıkıyorlardı. Sözcüğün tam anlamıyla gün yüzü görmüyorlardı! Sadece Ramazan ve Kurban Bayramlarında, Hristiyanların da Paskalyada tatil hakları vardı. Güneş ışığıyla o zaman tanışıyorlardı!
Kazmacılar adı üstünde tüm güçleriyle kazma sallıyor, kürekçiler ise onların arkasında küfelerini çıkan kömürle dolduruyorlardı. Burada en önemli görev domuzdamcılarındı. Onlar tahkimat işçileriydi. Çökme tehlikesi olan yerleri direklerle örüyorlardı. Başarısızlık şansı yoktu. Yukarıdaki ağırlık çöktüğünde altında kalanlar eziliyor, sağ kalanlar ise havasızlıktan ölüyorlardı. Henüz işçi sözcüğü yoktu. Onlara amele deniyordu. Amelenin “ateş nefes” dediği grizu ise patladığında tarifi olanaksız zarara sebep oluyor; çevreye ateş çemberi olarak yayılıyor, canlar alıyordu! Ocaktan ana galeriye gelen kömür yığınları küfelerle harman yeri denilen ocak dışına taşınırken, bir yandan da tahta raylar üzerindeki ahşap arabalara yükleniyor; katırlarla çekilerek dışarıya çıkartılıyordu.
Fenerdeki Fransız Mahallesi, içinde Fransız okulu, kilise ve hastanesiyle tam bir koloni görünümündeydi. Etrafı tel örgülerle çevrilmiş, hizmetliler dışında başkalarının girişi yasaklanmıştı. Ortasından kömür trenlerinin çevreye kapkara is ve duman saçarak geçtiği ana caddede Rumca, Fransızca, İngilizce, Ermenice, Hırvatça ve Sırpça konuşmalar Türkçeyi bastırıyordu. Zonguldak sanki küçük bir Singapur’du! Ama yönetsel bakımdan hâlâ Ereğli’nin köyü statüsündeydi. Daha sonra kaza (ilçe) oldu.
Ankara’daki TBMM Hükümeti Zonguldak’a özel bir ilgi duyuyordu. 14 Mayıs 1920’de o günkü idari yapıda vilâyet ve kaza arasında ayrı bir kurum olan mutasarrıflığa yükseltildi. 18 Haziran 1920 günü ise daha özel bir statüye, bağımsız livaya dönüştü. 2 Mayıs 1921 günü maden ocaklarında çalışan işçilerin hak ve hukukunu korumak amacıyla TBMM’ne Mustafa Kemal imzasıyla bir hükümet tasarısı sunuldu. Tasarının gerekçesine göre Ereğli Havza-i Fahmiyesi’ne ait Osmanlının çıkardığı nizamnamelerde işçilerin yaşam koşullarını ve haklarını düzenleyen hiçbir madde yoktu. Yetki ve yürürlük dışında 12 maddeden oluşan tasarı çok önemli hükümleri içeriyordu. İşverene ameleler için koğuş ve hamam inşa etme zorunluluğu getiriliyordu. Zorla çalışma ve angarya yasaktı. Artık 16 yaşından küçük çocuk çalıştırılmayacaktı. Amelenin ücretlerini ve çalışma koşullarını güvence altına alan Amele Birliği müfettişleri ve İktisat Vekâleti memurları yetkilendiriliyordu. O güne kadar hastalandıklarında eşeğe bindirilip köyüne gönderilen amelelerin tedavisi için doktor, hastane ve eczane temin edilecekti. Çalışma saati kesinlikle sekiz saati geçmeyecekti. Bu kuralları yerine getirmeyen işverenlerin ruhsat, şartname ve imtiyazları iptal edilecekti.
Tasarı görüşülürken Yunan ordusu Polatlı yakınlarındaydı ve savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu. Bir yenilgi sonucunda ne Ankara kalırdı ne de Meclis! Ama TBMM uzun tartışmalarda yasayı ince eleyip sık dokuyarak müzakereyi sürdürüyordu. 10 Eylül 1921’de sabaha karşı 131 sayılı “Ereğli Havza-i Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun” TBMM’den çıkmıştı. O saatlerde Türk ordusunun karşı taarruzu başlıyordu.
Cumhuriyet’in ilk vilâyetiydi Zonguldak. 1 Nisan 1924’te il oldu. Bugün Karabük ve Bartın illeri Zonguldak’ın birer ilçesiydiler. Artık merkezi Zonguldak olan kömür havzasının yükselme dönemi başlıyordu. 1924’te Türkiye’nin ilk maden mühendisliği okulu “Yüksek Maadin ve Sanayi Mühendis Mektebi” kuruldu. 1937’de Fransız ve İtalyan şirketlerinin mal varlıkları Etibank ve İş Bankasına devredildi. 1940 yılında ise 3867 sayılı “Kömür Havzasındaki ocakların Devletçe İşletilmesi Kanunu” yasalaştı. Zonguldak madenleri devletleştirilmişti!
İkinci Dünya Savaşı başlamış, dünya yangın yerine dönüşmüştü. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ülkeyi savaşa sokmamak için tüm diplomatik maharetini kullanıyordu. İngiltere Başbakanı Çörçil ise Türkiye’nin müttefiklere katılarak savaşa girmesini istiyordu. Bu amaçla Türkiye’ye geldi. Mersin-Adana demiryolu kavşağında Yenice istasyonunda bir vagonda İnönü ile buluştular. 30-31 Ocak 1943 günlerindeki bu buluşma tarihe Yenice Mülâkatı olarak geçecekti. İsmet Paşa Çörçil’in baskılarına karşı gerçekleşmesi güç koşullar ileri sürüyordu. Tank, top, uçak ve teçhizat dışında bir istemi daha vardı: Müttefikler Ankara, İstanbul ve Zonguldak’ın korunmasını üstlenmeli ve bu konuda güvence vermeliydiler! Hemen neden İzmir, Adana veya Trabzon değil sorusu akla gelir. Ama o günkü Zonguldak onlardan daha önemliydi. Çünkü donanmalarla trenler kömürle çalışıyordu. Kışlalar, okullar, hastaneler kömürle ısınıyordu. Sonunda İnönü başarı sağladı ve ülke bu ateş çemberine girmedi. Ama Osmanlı dönemindeki mükellefiyet zorunlu hale geldi. Kömür üretimi olabildiğince artırılmalıydı. Mükellefiyet dönemi çok partili yaşamda CHP’nin kâbusu olmuştu. Özellikle Zonguldak’taki seçimlerde ana gündem maddesiydi! Sözün kısası maden şehidi ve yaralılarıyla, mükellefiyeti yaşayan işçileriyle ve bunlara karşın artırdığı kömür üretimiyle Zonguldak İkinci Dünya Savaşında Türkiye’yi sırtında taşımıştır!
1950 sonrası Zonguldak yükselmeye devam etti. Zonguldak ili 52 bin işçi ve memur çalıştıran Ereğli Kömür İşletmeleri (EKİ), Karabük Demir Çelik (KARDEMİR), Ereğli Demir Çelik (ERDEMİR), Çaycuma Kâğıt (SEKA), Filyos Ateş Tuğla, Bartın Çimento, Orman işletmelerinin kereste fabrikaları ile Türkiye’nin sanayi havzası ve emeğin başkentiydi! Almanya’nın kömür ve çelik üreten Ruhr bölgesine benziyordu. Almanya bu bölgeyi gözü gibi korudu ve bugün bilişim merkezine dönüştürdü. Ama biz vilayet olma hastalığına katılarak oy almak için önce Bartın’ı sonra da Karabük’ü il yaparak Zonguldak’ı sanayi havzası olmaktan çıkardık. Yeraltı ve yerüstü olarak eskiden 34 bini bulan TTK işçisi, bugün yeraltı ve yerüstünde sadece 7600 kişi! Nitelik, birikim ve liyakat ise hak getire!
İş kazaları gerçekten iş cinayetine dönüştü. Bu sorun çözümlenmek yerine daha da kötüleşti. Dünya önlem alırken iktidarın başı “fıtrat” ve “kader” edebiyatı yapıyor. En büyük kömür üreticilerinden Çin 100 bin ton başına 722 ölü ile başı çekiyordu. 2013 yılında bu sayıyı 37’e düşürdü. ABD’de 100 milyon ton başına ölü sayısı en fazla altı kişi. 2008 rakamlarına göre ülkemizde bu sayı 722.
1973 seçimlerinde taze bir Zonguldak Milletvekili olarak meclise girmiştim. 24 Şubat 1976 günü TBMM tutanaklarına geçen konuşmamda şunları söylemişim: “1941’den 1974’e kadar Zonguldak maden ocaklarında ölen işçi sayısı 2607’i bulmaktadır. Kurtuluş Savaşında şehit düşenlerin sayısının yaklaşık yedi bin olduğu düşünürse sorunun önemi anlaşılacaktır. Bu sırada yaralanan işçi sayısı 218618’dir. Zonguldak kömür ocaklarında her beş günde bir işçi ölmekte ve her gün 22 işçi yaralanmaktadır. Maden ocağına girmek harbe girmekten daha tehlikeli hale gelmiştir!”
Aynı konuşmayı 8 Ocak 1991 günü İzmir Milletvekili olarak yineledim. “Avrupa’da bu rakamlar hem daha düşük hem de kömür üretimi daha fazla” diyerek nedenini sordum. Yanıtını da kendim verdim. Almanya’da Gelsenkirchen, Fransa’da Alsace-Lorraine, Belçika’da Valon bölgelerindeki kömür ocaklarındaki işçilerin çoğunluğu Devrek, Çaycuma, Ereğli ve Bartınlı. Onlar hem daha çok üretim yapıyor hem daha az ölüyorlar. Demek ki ülkemizdeki kazaların nedeni işçiler değil. Siyasilerin kurduğu düzen ve sistem!
Bu kazaların idari sorumlusu yöneticiler, siyasi sorumlusu da iktidardaki hükümetin bakanlarıdır. Şimdiye kadar hangisi istifa etti? Tren kazalarında ulaştırma bakanı mı? İş kazalarında Enerji Bakanı mı? Onlara göre kazalar işin fıtratında var. Kaderin önüne geçilmez!
Türkiye’nin ilk turizm kenti güzelim Amasra aynı zamanda bir maden üretim yeri. Şimdiye kadar bu kadar büyük kazaya tanık olmadı. Daha önce 2000 işçi çalıştıran TTK Genel Müdürlüğü ve iktidar bunu dört yüze düşürmüşse söyleyecek başka şey yok! 41 tane ana kuzusunun acısı ateşten bir top gibi ana babaların, eşlerin, çocukların üstüne düştü. Sayıştay raporlarını bile yalanlayan yöneticiler ve siyasiler bu tutumu sürdürdükçe daha çok kazalara tanık olacağız. Yeni çıkan dezenformasyon yasasına göre toplumda huzursuzluk yaratan, olayı haberleştiren gazeteciler değil, kazalarda dünya ölçülerini bir türlü sağlayamayan yöneticilerdir!
Kazalar kader değildir! Kazaları kader haline getiren, bilimi, birikimi, deneyimi ve liyakatı bir yana iten anlayıştır; yönetim biçimidir!