GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Engin ÖNEN
YAZARLAR
23 Nisan 2022 Cumartesi

İsterükçülük ve sürdürülebilir kalkınma

Bu ülkede uzun zamandır doğa ve kültürel varlıkları koruma yaklaşımı hep “istemezükçülük” olarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Konak Meydanı'na AVM inşaatına karşı çıkılınca, karşı çıkanlara hemen sıfat yapıştırıldı. “İstemezükçüler”. Kültürparkı, Cumhuriyet ve şehrin bellek mekanı ve mirası olarak korumaya çalışanlara da benzer şeyler söylendi. Hatta zamanın Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş, bununla da yetinmeyip, “Yeşil isteyen ormana gitsin” şeklinde bir ifade bile kullanmıştı.

Çeşme Turizm Projesi olarak ad konulan ama gerçekte, Yarımada’daki hazine arazilerinin toptan satışını içeren ve bölgede bir ekolojik yıkıma neden olacağı açık olan projeye karşı da başta İzmir Barosu ve meslek odaları olmak üzere çevreciler/ekolojistler tarafından kararlı bir mücadele yürütüldü. Saray kalemlerinden Hıncal Uluç, İstanbul’dan seslendi. “Bu kadar güzel bir projeye istemezükçüler karşı çıkıyor.”

Bir sohbet sırasında Gönül Soyoğul, “Hocam hep istemezükçülerden söz ediliyor da, bu isterükçüler üzerinde yeterince durulmuyor” demişti. Evet, aslında sorun önemli ölçüde kontrolsüz bir isterükçülükten kaynaklanıyor.

İsterükçülüğün kaynağı, ilk sanayileşme dönemine kadar gider. Kalkınma ve refahın, tüketim ile özdeş görüldüğü bu dönemin temelleri Klasik İktisat Teorisi ile atılmıştır. Doğanın ve bütün kaynakların meta olarak görüldüğü bu dönemde, doğanın göreceği zarar, kalkınmanın bir bedeli olarak meşru görülmüştür.

Doğa veya kaynaklar, kendi başına bir değer olarak görülmemiş, değer sadece metalaşma ile özdeş görülmüştür. Sanayileşmenin yüz yılı aşan süresinde bu görüş benimsenmiş ve adeta kalkınma yüceltilmiştir.

Ta ki, bu işin böyle gitmeyeceği anlaşılıncaya kadar. Hava kirliliği ile kitlesel ölümler başlayınca, su ve toprak insan yaşamını tehdit edecek düzeyde kirlenince, bu kaba kalkınma ideolojisi sorgulanmaya başlandı. Ayrıca kaynakların kullanma şekli ve düzeyi, sadece doğaya zarar vermekle kalmıyor aynı zamanda kapitalizmi tehdit edebilecek sinyaller veriyordu.

Hoyrat ve sorgusuz kalkınma ile kapitalizm, kendi bindiği dalı da kestiğini anlamaya başladı. Çünkü bu kaynak kullanma şekliyle kalkınma sürdürülebilir değildi. Onun için uluslararası düzeyde yeni arayışlar başladı. “Yeryüzüne İhtimam Göstermek” ve “Ortak Geleceğimiz” gibi raporlar, nüfus artışı, kaynak kullanım şekli ve şehirleşme gibi konulara değinerek, insanın/kapitalizmin kendi geleceğini koruyabilmek için başka bir kalkınma modeline geçmesi gerekliliğini vurguladılar.

Daha kontrollü ve yok etmeden kaynak kullanımını içeren bu model, kaynakların kendini yenileme kapasitesi üzerinde kullanımına sınırlamalar getirmeyi öneriyordu. Sürdürülebilir Kalkınma adı verilen bu model, bugün dünyada en yaygın olarak dillendirilen ama yeterince etkili olduğu iddia edilemeyecek bir modeldir.

Çünkü kapitalizm kar maksimizasyonuna dayanan bir sistemdir ve bu uğurda sınırlamaları daima etkisiz hale getirmeye çalışır. Kirlilik ihracı ve denetimlerin etkisiz oluşu bunun dikkat çekici örnekleri arasındadır.

Yine de hem uluslararası sözleşmeler hem ulusal hukuklarda sürdürülebilirlik ilkesine uygun koruma kuralları konmuştur. İşlevine uygun işlemese de, Çevre Bakanlıkları, İklim Bakanlıkları bu yüzden kurulmuştur.

Tartışma uzun ama bizim isterükçülerin, 19. yüzyıl kontrolsüz kalkınma modelinde ısrar ettikleri ve yeni dönem kapitalizmin diline bile henüz ulaşamadıkları söylenebilir.