GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Melek ERYAZICI
YAZARLAR
20 Mayıs 2021 Perşembe

Harese

Günlerdir dünyanın gündeminden düşmeyen İsrail-Filistin odaklı toprak sorunsalı, çözümsüzlüğü ve savaş sarmalında kutsiyet algısına dair farklı düşüncelerin yeniden ifade olanağı bulduğu bir paradoks...

1897 yılından beri, Yahudiler ve Araplar arasında süregelen “toprağa dair” bu şiddet dolu öykünün hikayesi, savaşı bir yaşam tarzı olarak benimsemiş iki toplumun ortak acısı.

Nihai bir uzlaşma ortamını oluşturamayan ve de politik bir çözüm bulmak adına sağduyulu hareket etmemekte direnen bu iki devletli topraklarda, kültürel ve dini dayatmaların yıkıcı etkileri büyük.

Toprağın, din sömürüsü üzerinden sürdürülen siyasete araç olarak kullanılması yeni bir haber değil. Şaşırtıcı olan, şimdiye değin çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan ve gelecekte yaşanacak daha fazla travmatik sürece zemin hazırlayan bu portredeki tetikleyicileri unsurların hiç değişmiyor olması.

Her ne kadar Batı Şeria ve Gazze şeridindeki iki halk kalıcı tercihli çözümlerden bahsetse de, temelde yatan güvensizlik ve dönüşüm direnci yapılandırmacı resmi müzakerenin önünü tıkıyor.

Bölgedeki gerilim her geçen gün artarken, sivil halkların yaşamda kalma mücadelesi “günü kurtarma” odaklı.

Yaşamdan çok ölümün konuşulduğu Ortadoğu’da, kuvvetle muhtemel, “kanadıkça kanatan” politik ihtirasın tek silahı da ölüm güdümlü bir varlık sorunsalını miras edinmiş kültürel zihniyet.

Birbirlerini öldürmeye doyamayan insanların coğrafyasında, “kutsal toprak” için dökülen kan ve verdiği bu haris şarhoşluk, özellikle bölgedeki kadın ve çocukların ifadelerinde acı izler bırakıyor.

Beden dili analizleri gösteriyor ki, eminlik hissinden mahrum yaşamanın ağır faturasını tüm yaşamları boyunca ödemekten yorulmuş ve ulusal bir yuvanın varlığını hissetmenin lüks sayıldığı coğrafyalarda “şiddetsiz ve insan kalabilmek” zor.

Distopya kurgusuyla büyüyen çocukların, insan hakları konusu başta olmak üzere, ekonomik belirsizlikle tetiklenen eğitim, sağlık ve diğer gereksinim konuları ve acilen uluslararası koruma kapsamına alınması dile getirilmezken, toprağın kutsiyetinden bahsetmek nasıl bir ironi?

Binlerce çocuğun yaşadığı ölüm korkusu, Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un, temelde beş kategoriden oluşan, ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisinde belirlediği fizyolojik, güvenlik, ait olma, değer ihtiyaçları ve kendini gerçekleştirmenin önünde koca bir kabus duvarı gibi yükseliyor.

Üstelik kabusun belirsizliğine eklenen politik şiddetin bölgedeki çocuk oyunlarındaki etkisi, masumiyetten hayli uzak bir oyun algısının pekiştiğine de dikkat çekiyor.

Terörist avlama, otobüsleri havaya uçurma gibi “oyunlarla” büyüyen çocukların iç dünyalarındaki hezeyanlar, kolektif varlık algılarını ne yönde şekillendirir?

Oyun, her çocuğun gelişim sürecinde, yaşam becerilerini destekleyen en önemli öğrenme yöntemi değil mi?

Uçurtma uçuracak yaşta, otobüs patlatmak...

Bu nasıl bir hayaldir?

Yazık ki coğrafyanın kader olduğu Ortadoğu’da, travma deneyimiyle büyüyen çocukların yaşamsal becerileri, politik şiddetin yol açtığı yaralarla yaşamayı öğrenebilme yönünde şekilleniyor.

Travmanın yol açtığı bilişsel etkilerin başında parçalanmışlık hissi, aidiyet duygusundan mahrum kalma duygusu, öfke ve korku nöbetleri geliyor.

Kucağındaki çocuğu mermi sesiyle uyutan bir toprağın ölümden öte vaadi yoktur.

Sahi, ölümle uyuyup uyanan bir çocuğun gözünde toprak,

Ne kadar kutsaldır?