GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Filiz SEZER
YAZARLAR
11 Haziran 2021 Cuma

Doğanın adaleti

İnsanın binlerce yıldır aradığı ve muhtemelen de pek çoğunun bulmadığı iki şey var: Anlam ve adalet. Birincisini aramak ne kadar boşsa (bana göre anlam aranmaz, yaratılır çünkü) ikincisi uğruna o kadar çok mücadele vermek gerekiyor.

Adalet en basit anlamıyla her bireyin eşit hakka sahip olması olarak düşünülür; kimsenin kimseye zarar vermediği, herkesin hak ettiği ödül ve cezayı aldığı bir ideal üzerine şekillenir. Ortak değerler, etik, hak, eşitlik gibi kavramlarla açıklanır ve bu haliyle birçok felsefecinin üzerine düşünüp tartıştığı bir konu olagelir. Somut olarak adaletin tesisi ise ancak hukuk ile mümkün olur. Her türlü aksaklığına ve hatalarına rağmen gerektiğinde başvurabileceğiniz bir hukuk sistemine güvenerek yaşamda yol almaya çalışırız. Bu yolda ilerlerken, adaletin doğasında var olan herkese eşitlik ilkesinin işlemediğini görmek insanı en çok yaralayan şeylerden biridir; yaşama sevincini tüketir, var oluşunu tehdit eder.

Doğanın da kendine has bir adaleti var. Doğada fiziksel olarak en güçlünün değil yaşadığı çevreye en kolay uyum sağlayanın soyunu sürdürme şansının olması insanın ilişkiselliğinin önemine işaret eder sanki. Diğer yandan insan canlısının kendini doğasından koparıp dilde yarattığı dünyasında oluşturduğu hukuk sisteminde doğaya karşı da adil davranmadığı ortada.

İnsan eliyle yarattılmış ve yeşile, denize, dağa, taşa ve uçan kuşa düşman bir iklimde doğa da kendi adaletini aramaya çalışıyor. Ülkenin en yoğun nüfusunun ve sanayi tesisinin etrafına dizildiği Marmara Denizi bir müsilaj (ya da daha çok bilinen adıyla deniz salyası) istilasına uğramış durumda. Tehlikenin Kuzey Ege’ye doğru ilerlediği konuşulurken çocukluğumun cenneti Ayvalık’tan da müsilaj fotoğrafları geldi. Neyse ki yapılan açıklamalar içimizi ferahlattı, bunun Marmara Denizi’ndeki müsilajla ilgisi yokmuş, tamamen Ayvalık’ın kendi imkanlarıyla yarttığı bir sorunmuş!

Çevreye duyarlı bireylerin marjinal, çevreyle ilgili sorunlara ilişkin yapılan gösterilerin illegal sayıldığı bir ortamda herkesten üstüne düşeni yapmasını beklemek ne kadar gerçekçidir bilmiyorum. Diğer yandan bu büyük sorunun sorumluluğunu bireylere yıkmanın, sebebini pandemi dönemindeki deterjan kullanımına bağlamanın yanlışlığından şüphem yok. Böylesine büyük bir ekonomiye sahip bir ülkenin denizlerine -en azından sürdürelebilir ekonomik yararını düşünerek- sahip çıkmaması, arıtma tesisleri kurup, sanayi tesislerine belli yükümlülükler getirmemesinin kabul edilebilir bir açıklaması olmasa gerek. Bu salyalar, hepimizin kazandığını ortak faydaya, yaşadığımız çevreye, geleceğimize değil de rantı, sermayeyi daha da fazla beslemeye kullanmanın cezasıdır. Zülfü Livaneli’ nin de dediği gibi “Denizin salyası olmaz. Doymak bilmez insan hırsının salyasıdır bu”

Okyanusta yüzen plastik kıtalar misali salya adaları kıyılarımızda dolaşırken artık kafaların kuma gömülmesi mümkün görünmüyor. Denizin dibine boşaltılan atıklar, ruhun derinliklerindeki karanlıkların uygun ortam bulduğunda ortaya çıkıvermesi gibi gözümüzün önünde köpürüyor. Görmezden geldiğimiz sorunlar halının altına daha fazla süpürülemiyor. Deniz taşıyamadığı kirlilikle boğuşurken insana adalet anlayışını yeniden sorgulatıyor.