GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Ümit YALDIZ
YAZARLAR
25 Nisan 2019 Perşembe

Çubuk rezaletinin düşündürdükleri

Pek çok açıdan tarihi sonuçlar doğuran 31 Mart’ın hazmının çok da kolay olmadığı ana muhalefet liderine yönelik linç girişiminden de anlaşılmıştır.

Bindirilmiş kıtalarca hedef alının Kılıçdaroğlu, adeta “Sen misin Mart’ın sonu bahar diyen”güruhun elinden canını zor kurtarmıştır.

Bu çirkin tablo yapılan birbirinden garip açıklamalarla birlikte asırlık demokrasi tecrübemizde utanç vesikası olarak tarihe geçmiştir. Hep korktuğumuz nefret dilinin, giderek derinleşen toplumsal-siyasalkutuplaşmanın bizi getirdiği yerdir Ankara Çubuk!

Ve daha da kötüsü çok daha büyük bir toplumsal depremin artçısı gibi görünmektedir.

*
Efendim suçlusu, sorumlusu şudur, budur.

Kimilerine göreİçişleri Bakanı Soylu’nun valilere “CHP il başkanlarını şehit cenazelerine almayın” talimatı verdim diye açıklama yaptığı ülkede bunlar beklenmelidir.

Kimilerine göreyse partili değil partizan cumhurbaşkanlığı sisteminin sonucudur bunlar. Erdoğan’ın siyasette sonuç almak için bir parti ya da ittifak lehine kullandığı sert ve ayrıştırıcı dilin daha vahim sonuçları da beklenmelidir hatta.

Kimileriyse haklı olarak ülkenin 40 yıllık kanayan yarası bölücü terör örgütünün bu yaşananlardaki rolünü hatırlatıyordu.

*
Eskiden de sorunları vardı Türkiye’nin…  Siyasal istikrarsızlık, ekonomik krizler…

Belki alım gücü düşüktü.  Yokluk, yoksulluk vardı.

Terör 40 yıldır hep vardı.

Ama en azından ülke için canını vermiş bir şehidin cenazesini birlikte omuzlayabiliyorduk.

Milli maçın ardından birlikte sevinebildiğimiz gibi…

Acıda, kederde, sevinçte ortaklaşabildiğimiz bir Türkiye’den bir şehidin tabutuna birlikte omuz veremeyen bir ülke noktasına nasıl geldik? Kim getirdi?

Bazı sorumlular ortada… Ama böylesi bir ciddi sorunu acilen çok yönlü olarak araştırılması şarttır.
Dahası bu noktadan geriye nasıl dönülebileceği, nasıl yeniden eskisi gibi olunabileceği sorularına acilen yanıt aranmalıdır.

Eskiden liderler seçim meydanlarında birbirlerine en ağır ithamlarla yüklense de sandıklar açıldıktan sonra mevzu kapanırdı. Rekabet kadar nezaket de önemliydi.

Tansiyon düşürülür ülke yeniden ortak hedeflere kanalize edilmeye çalışılırdı.
*

Kutuplaşma, ayrışma son 10 yılda dozu artarak devam eden bir tehdit. Lakin son süreçte bilhassa ülkenin Cumhur ve Millet olmak üzere iki ana kampa bölündüğü 16 Nisan 2017’den bu yana ‘anormal bir psikolojide’ yapılan 3 seçimin gelinen noktaya etkisi çok büyük.

16 Nisan ‘Başkanlık’ referandumu, 24 Haziran genel ve cumhurbaşkanlığı son olarak da 31 Mart bir seçimden çok “olmak ya da olmamak” meselesi olarak lanse edildi, görüldü.

Altı üstü belediye başkanı seçecek olsak da siyaset kurumu bunu ‘beka’ meselesine dönüştürmekten çekinmedi mesela.

Her üçünde de seçime mi yoksa savaşa mı gittiğimiz belli olmadı.

Öte yandan “bu savaşın” net bir kazananı da olmadı.  Seçimden çok muharebegörüntüsündeki 3 yarışta 49-51 dengesi bozulmadı.

Siyaset mühendisleri etki altına aldıkları seçmen kitlesini bir arada tutmak için her seçimde dozu yükselterek biraz daha sert, ayrıştırıcı bir dil kullanmaya devam etti.

Medyada ve sosyal medyada keskin taraflar alabildiğine saldırgan, ötekileştirici bir dille adeta yangına körükle gidiyordu.

Bu savaşta ittifakların resmi ortağı olmasa da HDP üzerinden yapılan terörizasyon çok büyük bir faktördü.

CHP ve İyi Parti’nin oluşturduğu ‘Millet İttifakı’nı HDP ile (dolayısıyla da PKK ile) işbirliği yapmakla suçlayan Cumhur Cephesi’nin aktörleri meseleyi CHP’nin meclis üyesi listelerine kadar vardırdı.

İçişleri bakanı valilere şehit cenazelerinin protokol düzenine yönelik talimat gönderdiğini ve bundan sonra ‘CHP il başkanlarının’ törenlere alınmayacağını övünerek anlattı.

Hiç kimse de çıkıp sayın içişleri bakanına “Senin görevin şehit cenazelerini önlemek, cenazelerin protokol düzenini ayarlamak değil” demedi. 

Milliyetçi-muhafazakar seçmeni son sürecin meşhur deyimiyle “konsolide etmeyi” amaçlayan bu dil ve yaklaşım Türkiye’nin kurucu partisinin genel başkanını ve de halihazırdaki ana muhalefet liderini bir linç girişiminin ortasında bıraktı.

Görünen odur ki Erdoğan’ın seçim gecesi yaptığı “Yenildik ama ezilmedik” temalı teskin edici balkon konuşmasının kitlesi üzerinde bir tesiri henüz olmamış. Hatta Erdoğan’ın daha birkaç gün önce yaptığı “Seçim geride kaldı. Artık gerçek gündemimize dönmenin zamanı geldi. Musafahalaşma, birlik ve beraberliğimizi perçinlemenin vaktidir” açıklamalarının da bir kısmı parti üyesi çıkan saldırganlar üzerinde bir caydırıcılığı olmamış.

Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin ardından yapılan açıklamalar da gösteriyor ki birileri hala tehlikenin farkında değil.

“O köyde ne işi vardı” türünden yapılan açıklamalar gerçeği inkârdan, topu taca atmaktan öte değil.

O köyde ne işi vardı diyenlere inat diyorum ki; İyi ki Kılıçdaroğlu o köye, o cenazeye gitmiş. Her olanda bir hayır vardır diyenlere hak verircesine Kılıçdaroğlu’nun başına gelenler ülkece geldiğimiz, getirildiğimiz noktayı tüm çıplaklığıyla vurdu yüzlerimize…

Bir şehidin cenazesini birlikte omuzlayamayacak kadar birbirimizden uzaklaştığımız ve rakip partinin liderini yakabilmeyi düşünecek kadar uçlarda dolaştığımız gerçeğinden söz ediyorum.

Tüm bu olanlar, pençesine düştüğümüz amansız hastalığın erken evrede teşhisine vesile olur umarım. Neyle karşı karşıya olduğumuzu, kirli, sert, kutuplaştırıcı siyaset dilinin nelere mal olacağını gösterir.

Ve tedavi için gerçekçi adımların atılmasını sağlar…

Umarım ve de inşallah.

Umudum var mı?

Kılıçdaroğlu’na yumruk atan ne idüğü belirli sabıkalı parti üyesini savunmak ve de elini öpmek için kuyruğa girenleri gördükçe azalsa da bu ülke söz konusu olduğunda umut her daim vardır.

Yakın geçmişinde Sivas, Maraş, Çorum gibi acılar bulunan bir ülkede bir kıvılcımın nelere mal olabileceğiunutulmamalıdır.

Kendi adıma Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimine dair muhasebe yaptığımda yumruk atana değil attırana bakılmasını gerektiğini düşünüyorum. Çünkü meselenin özüne inmek istediğinizde kuklaya değil kuklacıya odaklanmanız gerekir.

O köylüler bu noktaya nasıl gelmiş, getirilmişlerdir? Kim ya da kimler getirmiştir?

Etrafında dönüp durulması gereken soru budur.