GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ANADOL
YAZARLAR
24 Eylül 2021 Cuma

Bu sabah öyle bir 'Günaydın' deyin ki…

Yukarıdaki fotoğraflar Papaz Mihail Çakır’a aittir. 1861-1938 yılları arasında yaşayan Çakır, ömrünü Gökoğuz Türklerinin soy bilincine ve dillerinin korunmasına adamış bir Türk Milliyetçisidir. Bizim Gagavuz olarak bildiğimiz Moldavya Türkleri on birinci yüzyılda Orta Asya’dan göç eden Peçenek, Kıpçak ve Oğuz Türkleri ile aynı soydan gelmişlerdir. Tuna ötesinden gelen Ortodoks Hristiyanlığı seçen Gagavuzların konuştukları dil, bulundukları bölgeye göre Slav, Grek ve Romen etkisinde kalmış ancak özünü korumuştur. Büyük ölçüde Türkiye Türkçesine, ağız olarak da Balkan ağzına benzemektedir. Bugün Moldovya Gagavuz Yeri Özerk Bölgesine giden bir yurttaşımız oradaki Türklerle rahatça anlaşabilir. Önce Yunan ve Sovyet döneminde Kril alfabesi kullanılmış, Moldovya’nın bağımsızlığından sonra Türk alfabesi esas alınarak Lâtin alfabesine geçilmiştir.

Mihail Çakır din adamı kimliğinin dışında, eğitimci, yazar, şair ve tarihçi kısaca tam bir kültür adamıdır. Yazdığı 34 kitabın içinde en önemlisi “Gagavuzların Tarihi ve Etnografik Özellikleri” adlı eserdir. O, halkının Türkçeyi kaybettiğinde Türklüğünü de yitireceğinin farkındaydı. Bunun için köy köy gezerek çocukların Türkçeyi öğrenmesi ve unutmaması için çaba harcadı. Her yere ulaşamayacağını anlayınca 1931 yılında Bükreş Büyükelçimiz Hamdullah Suphi Tanrıöver’e başvurdu; yardım istedi. Bu istemi Atatürk değerlendirmede gecikmedi. Moldovya’ya 30 Türkçe öğretmeni gönderildi. 300 Gökoğuz genci üniversite öğrenimi için Türkiye’ye getirildi. Mihail Çakır’a “Türklüğe Üstün Hizmet” nişanı verildi. Bu ilgi yıllar sonra Başbakan Süleyman Demirel tarafından da sürdürüldü. 1994 yılında açılan kredi ile Başkent Komrat ve civarının içme suyu sorunu çözüldü. Diğer projeler gerçekleştirildi. Bugün Komratta ironik biçimde iki heykel yer almaktadır. Birinci heykel Lenin’in ikincisi de Süleyman Demirel’indir.

***

Türkiye bugün içerde ve dışarıda bin bir sorunla boğuşmaktadır. Korona salgını, yangınlar ve sellerin üstüne çarşı pazara düşen ateş, işçilerin, memurların, emeklilerin, esnafın kısaca dar gelirlilerin yaşamını zorlamaktadır. Asgarî ücret artık ortalama ücrete dönüşmüştür.

ABD, AB, Mısır, İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı ittifak içindedirler. Şam’daki Emevi Camisinde namaz kılma hayaliyle daldığımız Suriye bataklığından çıkamıyoruz. Bunlara Irak ve Libya’yı ilâve edersek manzaranın hiç de iç açıcı olmadığı kolayca anlaşılır.

Galiba ülkeyi yönetenlerin ve yandaş medyanın fıtratında sorunlara sorun katma var. Daha doğrusu gündem değiştirmek için sorun yaratma var! Şimdi de günaydın sözcüğü üzerinde tartışmalar yapılıyor. Günaydın yerine Selâmün Aleyküm denmesi arzu ediliyor. Al sana yeni gündem maddesi! Bu kez karşı görüş ileri sürülüyor. Buna göre Selâmün Aleyküm İbranicedir ve aslı şalom aleykedir. Şalom M.Ö. binli yıllarda kurulmuş ilk Yahudi kent devletinin zalim ve katliamcı kralının adıdır. Aleyke ise dâhil, tâbi, taba yani Kral Şalom’un milletindenim demektir. Bu görüşü de ilahiyatçı Cemil Kılıç başta bir kısım din adamı doğrulamaktadır. Bu sözcükler gerçekte insanlar arasında selamlama aracıdır. Yüzyıllar önce İbraniceden Arapçaya geçmiş olabilir. Bunda yadırganacak bir şey yok elbette. Yadırganacak olan yıllar sonra bunun sanki dini bir zorunlulukmuş gibi adeta dayatılmasıdır. Amaç Arapçayı bir tür kutsamaktır.

Reformcu Osmanlı Padişahı İkinci Mahmut Yeniçeri ocağını kaldırdıktan sonra, halkın başındaki sarığı Avusturya’dan getirilen fesle değiştirmek isteyince kıyamet kopmuş, o dönemin gericileri “Hristiyan mı oluyoruz” diyerek karşı çıkmışlardı. İşe bakın ki aradan iki yüzyıl geçtikten sonra bunu Osmanlı’nın simgesi olarak tanımlayan ve adı fesli Kadir’e çıkan zat, hastanede bile başından fesi eksik etmemişti!

Bir süre önce de “Osmanlıcayı bize unutturdular; atalarımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz” kampanyası başlatılmıştı. Oysa Osmanlıca diye bir dil yoktu! Osmanlıca Arapça, Farsça ve Türkçe sözcüklerden oluşan karma, yapay bir dildi. Osmanlıca için feryat edenlerin büyük çoğunluğu divan edebiyatının ürünü şiirlerden hiçbirini anlamazlar. Nedim’in, Baki’nin, Şeyh Galip’in mısraları karşısında günün moda sözcüğü ile Fransızdırlar! Ama yüzyıllar önce yazılmış Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun hatta Yunus Emre’nin şiirlerini herkes okur ve anlar. Neden? Çünkü o şiirler halkın konuştuğu dille Türkçe yazılmıştır; saray dili ile değil! Amaç mezar taşı okumak filân değildir. Arap alfabesini geri getirme çabasıdır. Arap ve Arapça hayranlığıdır!

Bizdeki bu plâtonik Arap aşkına karşı Arapların yanıtı çok can yakıcı oldu. 2020 Mart ayında Suudi Müftüsü verdiği fetvada “Türkler mevalidir. İslâm’ı temsil edemezler” dedi. Mevali ne demek? İslâmiyet’ten önce Araplar “Azad edilmiş kölelere” Mevali diyorlardı. İslâmiyet’ten sonra Mevali kavramı Arap olmayan Müslüman milletler için kullanıldı, kullanılıyor. Arap geleneğine göre Mevalinin malı, parası, karısı kendilerine helâl sayılıyor. Mevaliden doğan çocuk veliaht olamıyor. Arap tarihinde mevali denilince akla önce Türkler geliyor. Türkler İslâmiyet’in doğuşundan üç yüzyıl sonra 934 yılında Müslüman olmuşlardı. Onlara göre Kuran Mekke ve çevresinde yaşayan insanları uyarmak için Arapça inmiş bir kitaptı. “Her Millete bir peygamber gönderdik” Kuran hükmünü bu anlayış, “Hazreti Muhammet Araplar için gelmiş peygamberdir” diye yorumluyor ve sonradan Müslüman olan başka milletleri Mevali olarak tanımlıyor. Bağdat’taki Abbasi Halifesi kendini kurtaran Selçuk Sultanı Tuğrul Beye kızını vermemişti. Gerekçe Tuğrul Beyin Türk olması ve mevali sayılmasıydı.

Emevi döneminde başlayan bu ayrımcılığa karşı çıkan büyük İslâm alimi İmamı Azam Ebu Hanife yöneticilerin hışmına uğramış, işkence görmüş ve zehirlenmişti. Sonradan Müslüman olan Türklerin Hanefi mezhebini seçmeleri rastlantı olmasa gerek. Doğu Akdeniz’de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kurulan ABD, AB, Yunanistan. Güney Kıbrıs cephesine Suudilerin, BAE’nin yeşil ışık yakmasının gerisindeki nedenler arasında mevali anlayışı da yatıyor!

Oysa Osmanlı Arap tebaasına hep ayrıcalıklı davranmış, onları asil millet olarak tanımlamıştır. Buna karşılık onlar, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Halifesinin cihat çağrısına karşın İngilizlerin yanında saf tutmuşlardır. Lavrens’in altınlarını alarak Osmanlı’yı arkadan hançerleyen kabile reisleri daha sonra, İngiliz ve Fransızların çizdiği Saykıs/Piko haritasıyla oluşturulan yapay devletlerin kralları olmuşlardır. Bugünkü Orta Doğu bataklığı, petrole göz diken emperyalizmin ve onun işbirlikçisi Arap kabilelerinin eseridir!

***

Oysa 1950’lerden sonra ivme kazanan Arap uyanışına o günkü Türk hükümetleri seyirci kalmışlardı. Fransızlarla savaşan Cezayirlilerin cebinde Atatürk’ün resimleri vardı. Ama Menderes Hükümetleri Birleşmiş Milletlerde Cezayirli bağımsızlıkçılara karşı onlara soykırım uygulayan Fransızların yanında oldu. Arap uyanışının ve bağımsızlık hareketinin simgesi Abdülnasır’la yıldızımız hiç barışmadı. Ama ancak ABD desteği ile iktidarda durabilen ve bizi Mevali olarak tanımlayan petrol şeyhleriyle içli dışlı olduk. 10 Kasım günü ülkemize gelen ve özellikle Anıtkabir’e gitmeyen Suudi Kralını madalya ile onurlandırdık; ölünce hem de üç günlük ulusal yas ilân ettik. Örnekleri çoğaltmaya bu sütunlar yeterli değildir!

***

Türkçemiz bizi bir arada tutan öncelikli unsurdur. Ulus olarak birliğimizi Türkçemize borçluyuz. Ortak dilimiz olmasa nasıl anlaşacağız, nasıl ulus devlet kimliğimizi koruyacağız? Kültür emperyalizmi ve teknolojik gelişmeler dilimizi tehdit ediyor. Osmanlı’dan kalma mensucat yerine dokuma sözcüğünü bulduk ve koyduk. Ama textil onların yerine geçti, sildi süpürdü. Herhangi bir Anadolu kentinde dükkânların tabelalarına bakın. Kendinizi yabancı bir ülkede sanırsınız. Kültür Bakanlığı ne güne duruyor. Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu şimdi resmen hükümetlere bağlandı. Ne iş yapıyor? Yanlış anlaşılmasın onlardan yeni yasaklar değil, halkı aydınlatan çabalar ve özendirici uygulamalar istiyoruz. Politikasını yerli ve milli olarak tanımlayan siyasi kamp bunlarla uğraşacağına yurttaşları Arapçaya özendiriyor. İngilizce istilası ile başı dertte olan Türkçe’nin karşısına şimdi de bu sorun çıktı. Her zamanki gibi Atatürk bize doğru yolu gösteriyor, 2 Eylül 1930 günü şunları söylüyor:

Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.

Osmanlı ve Arap hayranları… Elbette her yurttaşımız gibi istediğiniz sözcüklerle konuşabilirsiniz. Genelkurmay Başkanlığı’na Erkânı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, üçgen yerine müselles, basın yerine matbuat, gündem yerine ruzname, uçak yerine tayyare, bakan yerine nazır diyebilirsiniz. Size engel olan yok. Ama bize karışmayın ve her sabah birbirimize güler yüzle seslendiğimiz günaydın sözcüğüne dokunmayın!

Yazıyı büyük usta Nazım Hikmet’in dizeleriyle sonlandıralım:

Eyy dostlar

Uyandığınızda öyle bir günaydın deyin ki

Yazıklar olsun

Ömründe bir kez günaydın demeden ölene