GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ANADOL
YAZARLAR
10 Kasım 2021 Çarşamba

10 Kasım 1938 ve sonrası

10 Kasım 1938… Atatürk’ün ölüm tarihinden bu yana 83 yıl geçti. Bugün O’nu özlemle, sevgi ve saygıyla anacağız. Köşe yazılarında, beyaz camda, düzenlenen etkinliklerde hep O yer alacak. Büyük firmaların televizyonlar için hazırlattıkları özel reklâmlarda O’nun görüntülerini izleyeceğiz. Bazı besleme organları da “Olmasaydı da olurduk” gibi saçmalıklarla iç dünyalarını açığa çıkarma olanağı bulacaklar. Bunlar her yıl yinelenen tanıdık görüntüler… Ama Atatürk’ün gösterdiği yönün kılavuzluğunu üstlenenler, Türkiye’nin çağdaş uygarlık yolunda çizdiği zikzakları kuşku ile izleyenler artık ciddi bir durum muhakemesi yapmak zorundadırlar. Atatürkçü düşüncenin ideolojik karşılığı olan Kemalizm’in O’nun ölüm gününden sonraki serencamına ve yol haritasına dikkatle eğilmek ve değerlendirmek O’nun takipçileri için ertelenemez bir görev haline gelmiştir.

Önce Kemalizm’i iyi tanımlamak gerekiyor. Kemalizm içine konduğu her kabın şeklini alan bir sıvı değildir! 1789 Fransız ve 1917 Bolşevik devrimlerinden etkilenen ve 20. Yüzyıl mazlum milletlerine yeni bir ışık ve yeni bir umut olarak doğan antiemperyalist bir harekettir. Onu en iyi tanımlayan Hindistan bağımsızlık savaşımının lideri Mahatma Gandi olmuştur: “Türk orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.”

Kemalizm, tam bağımsızlık ilkesiyle yola çıkan ve zaferden sonra çağdaş uygarlık düzeyini hedef gösteren Anadolu İhtilâlinin ideolojisidir. Hilâfetin kaldırılması lâiklik, saltanatın kaldırılması da cumhuriyet demektir. Hilâfet ve saltanatın kaldırılmasına karşı çıkanların Atatürk’e duydukları bitmez tükenmez kin ve intikam duygusunun nedeni budur! Kapatılan tekke ve zaviyelerde toplanan Kuvayı Milliye düşmanları, padişahçılar yeraltına inmişler ve Cumhuriyetten alacakları rövanş günü için sabırla örgütlenmişlerdir.

Her devrim gibi Anadolu İhtilâli de kolay gerçekleşmemiştir. Her devrim gibi burada da beraber yola çıkanlar arasındaki birliktelik kaçınılmaz yol ayrımlarında bozulmuştur. Atatürk, ünlü söylevinde bunları ayrıntıları ve gerekçeleri ile genç kuşaklara anlatmıştır. 10 Kasım 1938 gününden sonra başlayan duraksama bunun canlı örneğidir. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ülkede iç barışı gerçekleştirme amacıyla uyguladığı “iade-i itibar” operasyonu dikkat çekicidir. Atatürk’le yolları ayrılan Kurtuluş Savaşı kahramanlarının yeniden önemli makamlara getirilmesi ilginç sonuçlar doğurmuştur. TBMM Başkanı olan Kâzım Karabekir’in Köy Enstitülerinin kuruluşuna şiddetle karşı çıkan ve tutanaklarda yer alan konuşmaları rastlantı değildir. (Mustafa Gazalcı, Köy Enstitülerinin Meclis Süreci, Ankara, 2019.)

14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti döneminde karşı devrimciler artık gün yüzüne çıkma cesaretine sahiptirler! Bunun çarpıcı örneği, 1872 yılında Ahmet Ticani tarafından kurulan Ticani Tarikatının Türkiye’de oluşmasını sağlayan Mehmet Kemal Pilavoğlu’dur. Ona göre heykel puttur, lâiklik dinsizliktir, Hilâfeti kaldıran Atatürk melundur! 1950’lerde Ankara’nın Çubuk ve Çankırı’nın Şabanözü ilçelerinde örgütlenen Pilavoğlu’nun müritleri Atatürk büstlerine saldırmaya başlayınca Cumhurbaşkanı Celal Bayar olaylara müdahale etmek zorunda kalmıştı. 1952 yılında çıkarılan “Atatürk’ü Koruma Kanununun” nedeni bu Ticani eylemleridir. Ama bu duyarlılık kısa sürecektir. Oy yitirmeye başlayan Demokrat Parti’yi kurtarmaya çalışan Menderes çareyi Said-i Nursi’nin elini öpmekte buldu. 1965 seçimlerinde iktidara gelen Süleyman Demirel Nurcuların Köprü dergisinde başyazılar kaleme aldı. Said-i Nursi’yi büyük din alimi olarak niteledi. O günlerde ünlü yeşil kuşak projesi gereği kurdurulan Komünizmle Mücadele Derneklerini Erzurum’da örgütleyen Fethullah Gülen adındaki Nursi müridi ilerdeki yıllarda CİA’nın ve AKP’nin himayesinde semirecek, 15 Temmuz 2016’da darbe girişimi yapacak kadar büyüyecektir.

Tüm bunlar bir yana Atatürk’e en büyük zararı veren, Atatürk’ü dilinden düşürmeyen NATO generali darbeciler olmuştur. 12 Mart 1971 muhtırası “Atatürkçü görüşle” verilmiştir. Oysa muhtıra ülkedeki sol akımlara yönelmiş, Başbakan Erim’in deyimiyle “Kafalara bir balyoz gibi inmiştir.” 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası budanmış ve kuşa çevrilmiştir. Atatürk’ü ağzından düşürmeyen muhtıracıların gerçek niyetini en güzel Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç açıklamıştır: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı. Önünü kesmek lâzım.”

12 Eylül 1980 darbesi ise 12 Mart’ın eksiklerini tamamlamak için yapılmıştır. Atatürk’ten en çok söz eden ama Atatürk’ün saygınlığını en çok zedeleyen Kenan Evren olmuştur. (E) Tümgeneral Ahmet Yavuz durumu veciz biçimde özetlemiştir. Balyoz mağduru Yavuz “Vesayet Savaşları” adlı kitabında şunları söylemektedir: “12 Eylül milâttır. Çünkü ABD’nin yeşil kuşak projesi bire bir uygulanmıştır. Hem yeşil kuşağı uygula hem Gülen’i karşına al! Bu olamazdı. O nedenle dağa taşa Atatürk yazdırdılar ama ülkeyi Atatürk yolundan uzaklaştırdılar. Açık ki O’nu hiç anlamamışlar; sonuçları da vahim olmuştur.”

***

1990’lı yıllarda Refah Partisinin çeşitli kademelerinde görev almış bazı yöneticilerin konuşma ve yazılarından kısa örnekler vermek istiyorum:

“Tutturmuşlar lâiklik elden gidiyor. Yani bu millet istedikten sonra, tabi elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. Millete rağmen bu yürümez zaten. Sonra nedir bu lâiklik Allah aşkına? Bir tarif edin diyorsun tarif edemiyor. Bu ne menem şey yahu.” (1995-Ümraniye)

“Türkiye’nin yarınında artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur.”

“Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık tarihine baktığımızda rejimin yüz akı ile çıktığını söyleyemeyiz.” (1993- İkinci Cumhuriyet Tartışmaları kitabından)

“Kemalist ve lâik inkılabın temel karakteri İslâm düşmanı oluşudur.” (1992- Kürt Soruşturması adlı kitaptan)

“Bugün Türkiye’de de rejimi sorgulamak mecburiyeti vardır. Bu sistemin bu rejimin kökünde bir illetin olduğu açıktır.” (1994-Üsküdar)

Bu konuşma ve yazıların sahipleri daha sonra kurulan AKP’de yönetici ve milletvekili olmuşlardır.

Kemalizm ve lâiklik karşıtlığı sadece yurt içinden değil daha çok yurt dışından kaynaklanmaktadır. Birkaç örnek durumu aydınlatacaktır sanıyorum.

Türkiye-AB Ortak Parlamento Komitesi Başkan yardımcısı ve Avrupa Parlamentosu Milletvekili Andrew Duf şunları söylüyordu: “Türkiye Kemalizm ile mücadele etmelidir. Atatürk’ün devlet binalarındaki fotoğrafları artık kaldırılmalıdır.”

Şimdi tanıdık bir isim ile karşılaşacağız: Graham Fuller. Harvard Üniversitesinde yetişen, ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CİA) elemanı. Rusça, Türkçe, Arapça ve Çince biliyor. Fuller, Fethullah Gülen’in ABD’den yeşil kart alabilmesi ve Pensilvanya’da yerleşebilmesi için teminat ve kefalet mektubu veren kişidir. Bakınız Yeni Türkiye adlı kitabında Fuller neler söylüyor:

“(…) Ülke yavaş yavaş kendi Osmanlı geçmişi ile birlikte kültürel ve dini gelenekleriyle de yeni ve rahat bir ilişki geliştirmektedir. AKP ile Gülen hareketinin ortak yanları bir olgunun göstergesidir ve Türkiye’de yaratıcı ve canlı bir İslâmcı camianın yükselişine işaret etmektedir.”

Fuller 1990 yılında “Kemalizm miadını doldurdu. Artık piyasacı-küreselleşmeci İslâm’ın ana belirleyici olduğu Osmanlı benzeri Yeni Türkiye’nin zamanı geldi” müjdesini veriyordu!

Bu isim de tanıdık! Ünlü Paul Henze. O da Harvard Üniversitesinden yetişme CİA ajanı. 1974-1980 yıllarında CİA’nın Türkiye İstasyon şefiydi. Daha sonra ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarlığında bulundu. Türkçe, Rusça, Fransızca ve Almanca biliyor. ABD Başkanı Jimmy Carter’a 1980 darbesini “Bizim çocuklar başardı” diye ilk haber veren kişi. Bakınız Paul Henze ne diyor: “Yeni dünya düzeni ile birlikte Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler modeli bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir.”

Görülüyor ki Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı sadece yurt içinde değil aynı zamanda Okyanus ötesi kaynaklıdır. Zaman zaman bu düşünceye AB politikacıları da eşlik etmektedir. Çok partili yaşama geçiş döneminde gün yüzüne çıkan siyasal İslâmcı kadrolara, 21. Yüzyıl başında ikinci cumhuriyetçi kadrolar eklenmiştir. Bunlar entelektüel birikimleriyle Kemalizm karşıtı hareketlerin ideoloğu rolünü üstlenmişlerdir. Kısaca Paul Henze ve Graham Fuller’in yerli versiyonudurlar. 1908 Devrimine karşı çıkan ve 31 Mart ayaklanmasında önemli rol oynayan İngiliz ajanı Kıbrıslı Derviş Vahdeti ile yayınladığı Volkan gazetesi neyse, 2007’den sonra aynı görevi üstlenen kadro ve Taraf gazetesi de odur! Türk Ordusundaki Atatürkçü kadroların, amiral ve generallerin, yurtsever subayların, akademisyen, gazeteci ve aydınların tasfiyesi Fethullah Gülen’le ortak iş tutan bu kadroların marifetiyle gerçekleşmiştir.

Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine ve Kemalizm’e karşı çıkmakta bu kadar benzeşen iç ve dış kadroların iş birliği de kaçınılmaz olmuştur.

Kuruluşunda hemen sonra AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın Beyaz Saray’da resmî törenle karşılanması ve partinin altı ay sonra iktidar olması elbette rastlantı değildir!

3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP kadroları önceleri ihtiyatlı davrandılar. Ancak antikemalist tabana mesaj vermeleri de gerekiyordu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül her ulusal bayramda hasta olması ile ülke çapında iz bıraktı. ABD ve AB çevrelerinden gelen mesajlar, demeçler, makaleler ve her geçen gün büyüyen Fethullahçı medya organları bu konuda devrim karşıtlarına cesaret veriyorlardı. Taraf gazetesinin yayına girmesi, yalan haberleri ve yasa dışı dinlemeleri iktidardan aldığı cesaretle yayınlaması siyasal ve sosyal yaşamı dalgalandırmıştı. 12 Mart ve 12 Eylül’ün Atatürk karşıtlarına koz veren uygulamaları ikinci cumhuriyetçilerin en büyük malzemesiydi. Türkiye artık Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk davalarına hazırlık dönemini yaşıyordu.

15 Temmuz 2016 Fethullah Gülen darbe girişimi bastırıldıktan sonra Türkiye hızla rejim değişikliğine yöneldi. 17 Nisan 2017 referandumundan sonra artık parlamenter sistem son bulmuş ve adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi denilen dünyada bir başka örneği olmayan kendine özgü bir rejime geçilmişti. Bunun en önemli sonucu artık hükümetle devletin tek bir organ haline gelmesi ve parti/devlet oluşumunun belirginleşmesiydi. Örneğin valiler ilçeleri dolaşırken, bürokratlar ve bakanlar illerde toplantı yaparlarken mutlaka AKP il, ilçe başkanları hazır oluyor ama hiçbirine muhalefet partileri çağrılmıyordu.

Cumhuriyetin kuruluş dönemine, kurucu liderlere hele Kemalizm’e atış serbestti. Üniformasıyla tekkeye giden Amiral hakkında soruşturma açılmıyor ama bunu eleştiren emekli amiraller hakkında dava açılıyordu.

“Mustafa Kemal’e en ufak muhabbeti olan cenazeme gelmesin” vasiyetinde bulunan ve sağlığında “Keşke Yunan galip gelseydi” deme cüretini gösterebilen sözde tarihçinin defin törenine devlet ricali adeta üşüşüyordu! Örnekleri sıralamaya bu sütunlar yetmez elbet. Ama bu yılki Cumhuriyet Bayramı törenlerinde Atatürk’ten ve eserlerinden söz açan Ordu Korgan Kaymakamının görevden alınması yeterli kanıttır sanıyorum. Kısaca artık iktidar/devlet, bırakın Atatürk’ü korumayı O’na çoktan sırt çevirmiştir.

***

Bundan hiç şikâyetçi değilim. Soğuk savaş, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde devlet güya Atatürk’ü korurken O’na en büyük zararı veriyordu. Çok şükür dünyada ilk kez gerçekleşen antiemperyalist zaferin öncüsü, çağdaş, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk devlet himayesinden kurtulmuştur! Böylece ikinci cumhuriyetçilerin tezleri de iflâs etmiştir. Artık Atatürk siyaset diliyle sine-i millettedir. Ulusal bayramların kutlanmasında çıkarılan engellerin hepsi boştur. Ulusun gönlüne yerleşen Atatürk eskisinden daha çok çağdaş, lâik ve demokratik Cumhuriyet özlemine ışık tutuyor; tutmaya devam edecek. Anıtkabir her ulusal bayramda bir öncekinden daha çok doluyor; dolacak... Korkusuz kitleler O’na sevgi, saygı ve özlemlerini daha yoğun sergileyecekler…

Efendiler! Biliniz ki Atatürk artık sivildir! Biliniz ki, O’nun sivil gücü resmî gücünden çok daha anlamlı ve etkilidir!

Artık kitlelerin sevgi seline yerleşen Atatürk’e sahip çıkmak ve Atatürkçüleri güçlü biçimde örgütlemek hem devrimcilere hem de adı üstünde sivil toplum örgütü olan Atatürkçü Düşünce Derneği’ne düşen en önemli görevdir. Başta Genel Başkan Dr. Hüsnü Bozkurt ve yöneticiler olmak üzere bu kutsal görevde tüm ADD üyelerine üstün başarılar diliyorum…