GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nuray KAYA
YAZARLAR
6 Nisan 2020 Pazartesi

Zambaklar çürüdüğünde

Shakespeare’nin bahsettiği zambakların çürüdüğü bir çağdayız.

Çürüyen zambaklar çok daha kötü kokuyor ayrık otlarından....

Çürümüş bir zambağı yahut insan bedenini, çürümüş insan ruhuna tercih ederim mesela. Çünkü çürümüş  ruhtan daha  az zararlı olan şey çürümüş bir zambak yahut  insan bedenidir.

 Ruhumuzun çürümesini istemiyorsak doğanın  üstünlüğünü her türlü çıkar ilişkisinin üstünde tutan  bilime, sanata, edebiyata  ve felsefeye sahip çıkmalıyız.

Çünkü  sadece tüketmeye odaklı yaşamlarımızın allak bullak olduğu  zamanın tam da ortasındayız.

 Geçmişlerimiz günahkar, bugünümüz korkak, yarınımız ise tahminimizin ötesinde belirsizlik içinde.  Yakın gelecek zaman planımızda  netlik kazanmış tek şey var,  hayatta kalmak.

SÜREÇ SONUÇTUR BAZEN 

Öncelikle  hepimizin şunu kabullenmesi şart: Yaşadığımız bu küresel salgın, para ve  güç odaklı yürütülen  doğa katliamlarının insanlığı getirdiği sonuçlardan sadece biridir.

Nasıl mı?

Hayvandan insana geçen ve tüm dünyada şimdilik (!)  bir  milyondan fazla insana bulaşan virüsle savaşıyoruz. Küresel çapta  sağlık krizine hiçbir ülke hazırlıklı değildi.

Sürecin ekonomik, sosyal ve psikolojik etkileri de  hepimizde derin izler bırakacak.

 Virüsten önce de eşit olmayan hayatlarımız, virüsle mücadele ederken de virüs etkisini yitirdiğinde de eşit olmayacak üstelik.

Dünyanın kaymağını yemeye doyamadıkları için dünyayı bu hale getirenler, halklar sınıf bilincinin farkına varmayı öğrenmediği sürece , tahribatın en ağır sonuçlarını da   yine bu kesimin sırtına yükleyecek. Her savaşın şaşmaz sonucudur bu.

Dünyanın neresinde  doğmuş olursanız olun salgında hayatını kaybedenler için takdir-i ilahi; salgından kurtulanların yaşayacağı sıkıntılar için ise kader denilecek.

Bahsedilen o gemi var ya... Evet bizler de o gemideyiz. Bilmem kaç derece sıcaklıktaki makine dairesinde  çalışan, gökyüzünün mavisine hasret işçileriz.

Ülkenin hatta dünyanın yüzde 90’ının gerçeği budur ve  bunun kaderle açıklanması kabul edilemez.  

Tekrar sürece dönersek;  dünyamız  ormanları, dağları, yeraltı ve yerüstündeki tüm canlı hayatıyla bir bütün.  İnsan dışındaki tüm türlerde  bu bilinç, içgüdüsel olarak kodlanmış olmalı ki,  misal aslan doyacağından fazlasını avlanmıyor  o  vahşi(!) yaşamında.  Kuş su içerken sırasını bekliyor.

KİM DAHA VAHŞİ?

Peki  insanın vahşi (!) yaşamı nasıl?  

İşte üstümüze bir karabasan gibi çöken virüs gerçeği  tam da burada karşımıza çıkıyor.

Nasıl mı?

Sömürgeci yaşamın dokunup da  yok etmediği hiçbir canlı yok. Virüs, kapitalist sistemin tüm pisliklerini önümüze koymaya devam ediyor. Kurtlanmış yara  misali...

Vahşi hayvanlar vahşi doğada yaşıyor. İnsanlar ise ihtiyaçtan fazlasını gasp  ederek kurdukları  sözde medeniyetlerinde.

Kendi ve yakın çevresinden başka hiçkimseyi  umursamayan  sermayezadelere, mevcut durum yetmemeye başlıyor. Daha çok orman, daha çok dere, deniz, okyanus, gökyüzü,  daha çok hayvan diyerek hepimizin  yaşamına saldırıyı  her koldan sıklaştırıyorlar.

 Sadece hayvanın ya da ağacın değil masum insanların da yaşam alanını yok ediyorlar.

Sınırsız vahşet, şuursuz aç gözlülük, bencillik, kibir ve diktatörlük...

İnsanlar ormanları katlede  katlede ilerledikçe ormandaki hayvanın gidecek yeri kalmıyor. Hayvan bir köşeye sıkışıyor. İç içe yaşam başlıyor.

Bir zamanlar sadece belgesellerde gördüğün maymunla, yarasayla, geyikle  yakın mesafe  yaşar hale geliyorsun. Doğal olmayan yoldan doğal olanı zehirliyorsun. Tabiatın kurallarını çiğniyorsun.  İnsan,  hayvanın evine destursuz dalıyor. Bildiğiniz gasp ediyor, suç işliyor.

Hayvandan  hayvana geçen ve sürü bağışıklığı kazanan virüsler, yeni canlıları da böylelikle keşfediyor.   

Yani mesele Çinli birinin yarasayı yeme meselesi değil.  Pırasa da yese bu vahşet düzeninde sonuç kaçınılmaz...

Meselenin özünü kavradığımızda, en azından benim fikrim, doğanın insanla savaşında yeni bir eşikte olduğu sonucudur.

 Nasıl ki anne, yavrusuna zarar verene tahammül edemiyorsa  doğa da koynuna sığınanlar için aynı şeyi yapıyor.  Canına take den doğa ana da  yavrularının canını yakanlardan  hesap soruyor.

Ve elbette ki  vahşi doğa,  en iyi insandan masumdur.

Çözüm  ise her alanda baş gösteren  yozlaşmaya, cehalete karşı yazının başında vurguladığım gibi  bilimi, edebiyatı, sanatı  ve felsefeyi savunmaktan geçiyor.  

Her  sosyal sınıftan insanın bu sorumlulukla sınıf bilincine ulaşması ve  kalıcı çözümün bir parçası olması şart.

Size yakın tarihten bir örnek de vermek isterim.

Kaz Dağları’nda binlerce ağaç rant uğruna yok edildi.  O  yok olmuşluğun ortasında  nereye gideceğini bilmeden kalakalan ceylanın  çaresizliğini hatırlayın lütfen. Hatırlayamayanlar internetten fotoğrafına ulaşabilir.

İşte o ceylan artık bizleriz.

İzole yaşamlarımızda  sevdiklerimize  3  adım mesafedeyiz.  Ceylanın yalnızlığı ve çaresizliği içindeyiz..

Mesele kendi yaşamımızı sorgulayıp bir yerden başlayarak arınmaksa Yunan edebiyatının  mitolojik eserlerinde “Göklerin Tanrısı” olarak karşımıza  çıkan Zeus’a da kulak vermek gerekli mutlaka.

“Kendini yontmayı unutma. Kendi kabuğunu kendin soyabilirsin. Kendi özgürlüğünü  kendin dışarı çıkarabilirsin. İnsan biraz da kendi emeğidir.”

Emeğiniz çok, sınıf bilinciniz yüksek, sağlığınız daim olsun.