GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
9 Ekim 2017 Pazartesi

Yağmasa da gürlüyor

Türkiye, sözünün ağırlığı olmayan bir ülke oldu. Ülkeyi yönetenlerin ortaya çıkıp yüksek perdeden söylediklerini yapacak veya yaptıracak gücü olmadığına dair giderek yaygınlaşan bir kanaat var. Öyle ki “de facto” oluşan “Saray Kabinesi” ile “de jure” oluşan “Meclis Kabinesi” yönetiyor ülkeyi. Daha doğrusu, yönetemiyor ki her biri başka telden çalmaya başladı.

Denediler, olmadı…

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından günümüze hiç bitmeyen iktidar kavgasında, İslamcılar, ilk defa bu kadar yaklaşmışlardı hedeflerine. Ama olmadı. İktidara tutunamadılar. Onun için de moralleri bozuk, otoriterleştiler, can yakmaya başladılar.

Doğulu ve islami toplum ile batılı ve laik toplum, bir arada yaşıyordu. Bütün etnisiteler ve din grupları, üniter devletin çatısı altına girmişlerdi. O günün dünyasında, kapitalist sistem, çöken emperyal yapıların yerine ulus devletlerin üniter yapısını ikame etmişti.

Aynı kapitalist sistem, geçen yüzyılın sonunda, küreselleşmenin gereği olarak postmodern entelijansiyanın ve liberallerin öncülük ettiği mikro milliyetçiliğe ve yerelleşmeye dayalı politikalara yönelince ve bir de, “çağımızın dinler çağı” olduğu ilan edilince, şans ibresi siyasal islama döndü.

İkibinli yıllar boyunca, şansı dönen islamcı kadroların yönettiği Türkiye’de 2010’a kadar işler yolunda gitmişti. Fakat sonrasında, kendi içinde alttan alta süren iktidar mücadelesi su yüzüne çıkmaya başladı. Toplumsal ve siyasal alanda yaptığı ittifaklar çökmeye başladı. Kendi sermaye sınıfını yaratmaya yöneldi, burjuvaziyle ilişkileri gerildi. Uluslararası ilişkilerde tam anlamıyla fiyaskolar yaşanmaya başladı. Türkiye yalnızlaştı.

AB ile bozulan ilişkiler, Almanya ile enikonu kötüleyen ikili ilişkiler, ABD ile tırmanan krizin vize restleşmesiyle tam bir açmaza girmesi, NATO’da irtifa kabı, Irak ve Suriye politikalarındaki öngörüsüzlük, Rusya-İran ekseninde beyhude arayışlar, Venezuela ile el sıkışıp ABD’ye nazire yapmak, aralarından su sızmayan Barzani’yi bir kaşık suda boğacak duruma gelmek ve benzeri sıkıntılı ilişkiler, kötü yönetimin karinesidir.

Toplumun sinir uçlarıyla çok fazla oynadılar. Yeni iktidar zümresi, Osmanlı’nın ve İslamın mirası üstüne inşa ettiği yeni siyasetin getirdiklerine toplumun en az yarısını ikna edemedi. Şimdi, ikna olmayanları da hizaya getirmek için popülist siyaset ve otoriter yönetimle demokrasi sınırlanıyor. Hükümetin istihdam, sağlık, eğitim, yatırım politikaları başarılı olsaydı, topluma sürdürülebilir refah sağlasaydı, sınırlı demokrasiye veya otoriter rejime toplumdan fazla itiraz gelmezdi. Dünya pratiği böyle olduğunu gösteriyor.

Mesela, İspanya, Portekiz gibi ülkelere faşizm geldiğinde, halkın geçim derdine deva oldukları için, örgütleri disiplinli ve güçlü olduğu için 35yıl, 40 yıl iktidarda kalabildiler. Ve faşizm çöktüğünde arkalarından, “çok zalimdiler ama iyi şeyler de yaptılar” diyenlerin sayısı hiç de az değildi. Toplumlar otorite karşısında itaatkâr oluyor; yeter ki temel ihtiyaçları karşılansın.

Ne ki, memleketin genel manzarası, iktidardakilerin her şey için çok geç kaldığını düşündürüyor. Otoriter bir yönetim altında yaşamaya ikna etmek için topluma verecek pek bir şeyleri kalmadı. Lafla da peynir gemisi yürümüyor…

Kısa pantolonlu bir Salazar veya Franco ile çok fazla yol almak mümkün değildir. Toplumun tek adam otoritesi önünde diz çökmesini mümkün kılan çap ve kapasite o kişide yok ise, yönetememek, alnına yazılmış kader gibidir. Ve yönetememekle malul olduğu bir kere anlaşıldı mı, bir daha iki yakası bir araya gelmez o muktedirin. Sonra da gürler, gürler, gürler… Yağsın diye bekler durursunuz.