GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
12 Temmuz 2016 Salı

Sen de mi Bekir Coşkun…

Oyuncu mu yönetmen miydi hatırlamıyorum da adı aklımda kalmayıp anısı zihnime kazınmış şahıs, Türkan Şoray’la ilgili gençlik günlerini anlatırken şöyle demişti: “Bakışları beni fazlasıyla etkilerken bir gün gazoz/kola şişesine de bana baktığı gibi aynı derinlikte baktığını görünce aşık olmadığını anladım…”

Bekir Coşkun’un yazısını okurken, Türkan Şoray’ın o kocaman mahcup gözlerle ele geçirdiği, derin bakışlarla aşık zannettirdiği bir erkeğin yaşadığı hayal kırıklığını hatırlamam ne tuhaf!

(…) “Aloş kedi çok hasta…
14 sene önce bu terasta doğmuştu, biz gelince saklanmış, ilk iki kulağını görmüştük… Her yaz kapı açıldığında, öbür kedilerle birlikte bizden önce
girerdi içeri…
Veterinerler umutsuz Aloş için, belli ki seneye geldiğimizde olmayacak…
Bu son ayrılık…
Mevsimlerden hüzzam…
Dün gece terastaki kanepede Andree'nin kucağında uyudu, onun olduğundan emin olmak için arada başını kaldırıp kaldırıp bir bakışı vardı…
İbadet için keseceği boğayı
bıçaklayan adamın resimlerine bakıyorum bir yandan…
Bir yanda ömrünün son günlerinde huzuru bulmak için gittiği hacda ölen yaşlı insanların haberleri var…
Bir yandan şehit çocuklarımızın tabutları gelmeye devam ediyor…
Bir yanda; tüm bu topraklardaki ilkelliklerden kaçıp kurtulmak
isteyen bebeklerin kumsallara
vurmuş bedenleri…
Komşunun radyosunda hüzzam şarkı çalıyor: “Bütün kuşlar vefasız…

* * *

Sonra bir gün… ‘yaralı yazı’yla vurdu ta yüreğimizden Bekir Coşkun:

“Bir traktörün römorkuna doldurmuş, köyümüz Tülmen'den (Urfa) yirmi kilometre uzaklıktaki Bozova'nın gölüne yüzmeye götürmüşlerdi bizi…
Hepimiz çocuktuk…
Göle “Büyük göl” diyorlardı ama sadece yanındaki göle göre büyüktü…
Kuzenler cıvıl cıvıldık, taka tuka giden traktörün arkasında, dünyalar bizimdi…
Mayomuz falan yoktu, daha göle yaklaşırken üstümüzü çıkarmış, iç çamaşırlarımızla yüzmeye, birbirimize su atmaya, deliler gibi eğlenmeye hazırlanmıştık…
Traktör durdu, toz toprak içinde, hep birlikte göle doğru koşmaya başladık…
Bir düdük sesi duyup zank durduk…
Atın üzerinde bir kır bekçisi “Yasak” dedi…
Bizi kovdu…
Sıcak altında, kös kös traktöre doluşup döndük, yol boyu birbirimizle hiç konuşmadık…

Önceki gün şu haberi okudum:
Bir kamyona doluşmuş bir sürü kadın ve çocuk, Ege'nin Barbaros Koyu'na yüzmeye geldiler…
Plajdakilerin şaşkın bakışları arasında çocuklar denize koştu…
Kimileri rahatsız olmuştu, polisi aradılar, polis onların mülteci olduğunu düşünüp geldi, hepsini toparladılar, kamyona bindirip gerisin geriye gönderdiler…
Arkadaki köylerin çocuklarıydı onlar…
Çocuklar ağlaya ağlaya gittiler…

Haberi okurken…
O an ben de o kamyondaydım…
Giderken, gözüm suda kaldı…
Parmaklarımın ucuna kalkıp, kamyon kasasından, geride kalan denize baktım…
Su kokusu vardı havada…

İşte bu günah senin…
Özensiz, şefkatsiz, istenmeyen… Aptal telkinlerle çiftlik tavşanı hızıyla üreyen… Ama medeni dünya çocuklarının sahip oldukları her şeyden mahrum… Başı okşanmamış, sevilmeyen bu çocuklar… Senin günahın…
Kovulan, itilen, istenmeyen çocukların her damla gözyaşında payın var, emin ol…”

* * *

Bir yandan bir sokak kedisi, bir yandan şehit çocuklar, bir yandan kurban edilen hayvanlar, bir yandan ‘tüm bu topraklardaki ilkelliklerden kaçıp kurtulmak isteyen bebeklerin kumsallara vurmuş bedenleri’ne, Aylan bebelere ağlayan o yürek…

‘Özensiz, şefkatsiz, istenmeyen… aptal telkinlerle çiftlik tavşanı hızıyla üreyen ama medeni dünya çocuklarının sahip oldukları her şeyden mahrum.. başı okşanmamış sevilmeyen bu çocuklar senin günahın…’ diye yazıp kabuğu kalkmış çocukluk yarasını paylaşan o kalem… Bize kelimelerin kelm’den/yara’dan doğduğunu hatırlatan Bekir Coşkun, ‘yara’yı bırakıp ‘yaralamayı’ seçmiş bugün. Her canlı mahlukat için hislenip ağlayan, Urfalı yoksul bir ailenin çocuğu olarak itilip kakılmanın ne olduğunu unutmayan yazarımız, ‘Suriyelileri İstemiyoruz’ demenin en nobranını, en kabuklusunu yazmış bugün: 

“Ben hiç böyle “mülteci” de duymadım…
Bayram tatillerini gidip “Ölümden kaçtık” dedikleri Suriye'de geçirdiler, döndüler.
Kalanlar da zaten plajlardaydı…

3.5 milyon Suriyeli’den 20 bini asker kaçağı…
300 bini eli silah tutabilecek yaşta…
Amerikan tıraşını çekip, ellerinde bira kutuları ile Bodrum kumsalında “Suriye, Suriye…” diye slogan attıklarına göre… Ya da Konya'da tekmeledikleri köpeği korumak isteyen 18 yaşındaki genci bıçakla öldürdüklerine göre… Dahası; bomba imal ederken ellerinde patlattıklarına göre…
Ülkeleri için bir çabaları olmalı…
Ruslar gelmiş ülkelerini IŞİD'in elinden kurtarmak için savaşıyor… Amerikalılar ülkelerini kurtarmak için savaşıyor…
Fransızlar, İngilizler, Hollandalılar, Kanada'dan gelmiş adam…
Bu kaçmış Antalya Konyaltı Plajı'na…

Erkekler “cinsel gücü artırıyor” diye, Birleşmiş Milletler'den gelen bebe mamalarını yiyip bitirdiler… Çadır kentlerde günde 135 bebek doğuyor…
Sevişmekte üzerlerine yok…
Bizde; gece üst kattaki tıkırtı yapsa elin ayağın dolanır beceremezsin… Bunlar, bomba sesleri altında çeyrek milyon arttılar…”

* * *

Tarihin en büyük katliamlarından birinin yaşandığı ülkelerinden can havliyle kaçıp buraya sığınmış insanları ‘turistik seyahate’ çıkmış gibi yazmak… Daha dün sahillere vurmuş çocuk bedenlerini unutup sahildeki naraları satırlara sıkıştırmak… Bütün o hor gören, aşağılayan ifadelerle…  ‘Biz üst kattaki tıkırtıda beceremezken, bunlar bomba sesleri altında sevişebiliyor’ diye alay etmek…

Hem ırkçı, hem romantik olunabiliyormuş demek…

Suriyelilerin dışarıya karşı tehdit malzemesi, içerde oy pusulası görülüp seçim malzemesi yapılmasına karşı çıkmak başka şey…

Onları hor görüp nefret objesi yapılmalarına katkıda bulunmak, tribünlerdeki ırkçıların alkışını/sempatisini istemek/paydaşlık etmek apayrı şey…

Ne diyor Bekir Coşkun’un yan sütunundan seslenen Necati Doğru: “Hor görme Suriyeliyi!
Bizim yapabileceğimiz; Suriyeliye ölüm korkusu olmadan yeniden vatanında huzur içinde yaşayacağı ortamın hazırlanmasını istemektir. Bunun için hemen her gün Obama ile Erdoğan'a ‘işledikleri insanlık suçunu’ yüzlerine vurmaktır.”

* * *

“Gözlerimle oynamayı Lütfi Akad öğretti bana” demişti bir röportajda Türkan Şoray.

Rol arkadaşlarının, onun gazoz şişesine bile ‘hislenerek’ baktığını anlayana kadar, aşık olduklarını zannetmelerine bir göndermeydi sanırım.

Her canlı için aynı hislenir zannederdik Bekir Coşkun’u… ‘Sözlerle oynamayı’ ona kim öğretti acaba…