GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
18 Mart 2018 Pazar

Şehitlere borcumuzu ödemek

Çanakkale Zaferi’nin 103. Yıldönümü ve Şehitler Günü bugün…Şehitlerimize olan borcumuzu ödemenin tek yolu, Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak, ulusal değerlere sahip çıkmak, ülkemize, birlik ve beraberliğimize yönelen tehditlere kararlılıkla karşı koymaktan geçiyor..

Bugün köşemizi ülkemizin en değerli araştırmacı yazarı Sunay Akın’dan dinlediğimiz bir Çanakkale öyküsüne bırakalım…

Günün hangi saatinde duyulacağı ve nereye düşeceği belli olmayan top sesleri, yirmi iki yaşındaki Hüsniye Hanım’ın sinirlerini iyice bozmaktadır. İlk oğlunu çocuk denilecek yaşta, henüz on dört yaşındayken kucağına alan Hüsniye Hanım, subay olan kocasının Çanakkale Şube Reisliği’nde görevlendirilmesiyle iki erkek çocuğuyla beraber Üsküdar’dan gelmiştir. Hüsniye Hanım’ın, 1915 yılında dört yaşında olan küçük oğlu o günlerden pek bir şey anımsamayacaktır ama sekiz yaşındaki büyük oğlu Ali, anı defterine 1928 yılında yazdığı bir yazıda şöyle anlatacaktır Çanakkale Savaşı’nı, bir çocuk gözüyle: “Düşman hemen hemen her zaman şehri bombardıman ediyordu ve biz bu esnada bin korku ile civar köylere kaçıyor, on gün kaldıktan sonra bombardıman biraz sükûnet buluyor, biz de dönüyorduk. Bazen yalımızda otururken karşımızda duran gemilere bombardıman başlıyor, vapurlar kaçmak isterlerken etraflarına düşen mermiler beyaz birer minare gibi su sütunları yükseltiyordu. Bazen bu mermilerden biri vapura gelir, o zaman canını kurtarmak için çırpınan, eline geçen şeylere sarılan bir insan kalabalığı suların üstünde görülürdü.”

***

Savaşa tanık olan askerlerin anlattıklarının bile bir korku senaryosundan farksız olduğu Çanakkale Savaşı’nın içinde, iki çocuğuyla sıkışıp kalan bir anneyi ve çocukların yaşadıklarını düşünün bir de!

Savaşın acılarını en çok yaşayan çocuklarken, savaş esnasında Çanakkale’deki çocukların tanıklıklarıyla yaşanılanları anlatmayı hiç düşünmedik çünkü biz, çocuğunu seven ama çocukluğu sevmeyen bir toplumuz.

***

Sekiz yaşındaki Ali’nin anlattıklarına kulak veriyoruz yeniden: “Bazı geceler balkona çıktığımız zaman karşı sahilden top, el bombası, mitralyöz, tüfek sesleri, garip uğultular gecenin sesliği içinde kulaklarımıza gelirdi. Bazen zırhlılar şehre sokulurlar, o zaman herkesi bir heyecan, bir telaş sarar, yaylı arabaları dörtnala koşan beygirlerle zabit ailelerini şehirden kaçırır, istihkâmlar birer yumruk gibi uzanan toplarıyla bu siyah ölüm şehirlerini boğazdan içeri koymamak, İstanbul’a salıvermemek için çalışırdı.”

Çanakkale İbtidai Mektebi’nde okuyan Ali, savaş başlayıp öğretmenlerin kenti terk etmeleri üzerine, babaları asker olan çocuklarla birlikte okulsuz kalır. Bu durumdan rahatsız olan Çanakkale’de görev yapan subaylar, işgalin yanında bilgisizliğe karşı da savaş açma kararı alarak, derslere girmeye başlarlar. Türkçe dersine Ali’nin babası girmektedir.

Ali sayesinde mehtaplı gecelerde yaşanılanları da öğreniriz: “Bazen mehtaplı gecelerde rahat yatağımızda uyurken meş’um bir uğultu veya kulakları parçalayan bir tarakka ile uyanırdık. Tayyareler gelmiş ve bomba atmaya başlamıştı. O zaman biz çıplak vücutlarımıza giyebildiğimiz şeylerle şehrin dışındaki bahçelere kaçar, asker battaniyelerine sarınarak kardeşimle bekler dururduk.”

****

Çocukluğunu yaşayamadan anne olan Hüsniye Hanım, bir yandan oğulları Ali ve Fikret’e geceleri sıkı sıkı sarılmakta, öte yandan kocası Selahattin Bey’in ölüm haberini alma endişesiyle, sabahı beklemektedir… Melankolik bir yapıya sahip olan Hüsniye Hanım, 1915 yılının ruh dünyasında kopardığı fırtınayı kolay atlatamayacak, savaş sonrasında iki kez intihar girişiminde bulunacaktır!  Ali’ye şiddet uygulayan zavallı kadın, Çanakkale Savaşı’nda yaşadığı korku dolu anlarla kekeme olan küçük oğlu Fikret’e daha sıkı sarılacak, büyük oğlunu bir kez olsun öpüp sevmeyecektir.

Ailesini 1918’de Çanakkale’den İzmir’e götüren Selahattin Bey istifa ederek iş hayatına atılır. Ne var ki, Yunanlılar İzmir’i işgal edince Edremit’e yerleşir ve Çanakkale’deyken emir eri olan bir adamdan aldığı borç parayla iplik, kuka, fanila, çorap, mendil alarak pazarda satmaya başlar. Ali de, bir zamanlar varlıklı bir aile olduklarını bilen Türklere görünmemek için, iple boynuna taktığı bir seyyar tezgâhla Rum mahallelerini dolaşır, “makaradis kovarikos” diye bağırarak babasına yardımcı olur. Ali, o günleri şöyle anımsar: “Akşamları babam benim boynumdan işportayı çıkarır, yaşaran gözlerini göstermemek isteyerek yanaklarımdan öper ve hesap görürdü.”

Ali kim ki?

Soyadı kanunu çıktığında adı olan Ali’yi soyadı olarak da almak isteyince, nüfus memuru böyle bir şeyin olamayacağını söyler. O da, ‘i’ harfinin şapkasını çıkararak ‘Alı’yı soyadı olarak yazdırır. Şimdi tanıdınız mı? Evet, savaşı bir çocuk gözüyle bize anlatan ve savaş sonrasında Çanakkale direnişçisi babasıyla birlikte işportacılık yapan ünlü yazarımız Ali Alı’dan başkası değildir…

Ama siz onu ‘Sabahattin Ali’ olarak tanırsınız! (Sunay Akın)

***

Birinci Dünya Savaşı'nda ve dünya tarihinde önemli bir dönüm noktası olan 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi, bir kahramanlık destanıdır.  Çanakkale'de üstün cesaret ve özveriyle zafere ulaşılmış, özgürlük ve bağımsızlık inancıyla, donanım ve olanak yönünden güçlü ordulara geçit verilmemiştir.

Dünya kamuoyunda da büyük yankı uyandıran bu zafer, birlik ve beraberlik içinde toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına yönelen saldırılara karşı tek yürek olan Türk Milletine Kurtuluş Savaşı'nda güç vermiş, Cumhuriyet'in kurulmasına zemin hazırlamıştır. 

Saygı ile ve gönül borcu ile analım şehitlerimizi…