GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ANADOL
YAZARLAR
15 Ocak 2021 Cuma

Savrulma!

Hiç unutmuyorum. 2004 yılı Ekim ayının ilk haftasıydı. Gündüz saat 15.00 sıralarında Ankara Kızılay Meydanı’nda havai fişekler atılıyordu. “Allah Allah gündüzün ortasında bu şamata da neyin nesi?” diye meraklananlar, üstü açık bir araçta Başbakan R.Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’i gördüler. El salladıkları kalabalık “Yaşasın Avrupa Birliği’ne girdik” diye bağırıyordu. Yıllardır ülkeyi yönetenlerin beceremediği bir işi AKP gerçekleştirmiş ve Türkiye’yi AB’ne sokmuştu.

Oysa işin özü başlaydı. 6 Ekim 2004 tarihinde AB Komisyonu Türkiye’nin üyelik talebiyle ilgili bir “Değerlendirme Raporu” yayınlamıştı. Bu rapor aynı yılın aralık ayında yapılacak AB zirvesinde ele alınacak ve karara bağlanacaktı. O yıllarda 22. Dönem CHP Grup Başkanvekiliydim. Grubumuzda Şükrü Elekdağ, Onur Öymen, İnal Batu gibi çok değerli diplomatlar vardı. Genel Başkan Deniz Baykal’la birlikte olayları saati saatine izlemeye çalışıyorlardı. Bu saydığım isimler diplomatik İngilizceye hâkim ve deneyimli politikacılardı. Raporu elde etmek ve incelemek için seferber almışlardı. Okuyup inceleyecek ve ondan sonra partinin görüşünü açıklayacaklardı.

***

Oysa tam bir AKP klasiği sergileniyordu. Raporun ilânından iki saat sonra İngilizce bilmeyen Başbakan R.Tayyip Erdoğan raporu “olumlu ve dengeli” olarak değerlendiriyordu. Ama Türkiye’ye müzakerelerin başlayacağı tarih olarak 3 Ekim 2005 günü verilmişti. Olsun, artık biz Avrupa Birliği’ne girmiştik ya! Hemen uyanık Gökçek’in hazırladığı açık arabaya binmeli ve havai fişekler arasında Ankara’da tur atılmalıydı. Her zamanki gibi olgu değil, algı önemliydi…

CHP olarak biz “Durun bakalım” diyorduk. “Raporu bir inceleyelim.” Sayfalar açıldıkça gerçekler ortaya çıkıyordu. Raporda Türk işçilerinin dolaşım hakkına sürekli kısıtlama getiriliyordu. Tarım alanında da sınırlamalar söz konusuydu. AB liderleri daha müzakereler başlamadan bu sürecin on/on beş yıl sürebileceğini söylüyorlardı. Yani görüşmelerin ucu açıktı! Türkiye Güney Kıbrıs Rum Yönetimini Kıbrıs’ın tek ve meşru hükümeti olarak kabul etmek zorunda bırakılıyordu. Türkiye-Ermenistan sınırının açılması ve 1915-16 yıllarında cereyan eden olaylar (yani soykırım iddiası) konusunda Ermenistan’la uzlaşmamız isteniyordu.

Daha da ötesi AB’ye giren hiçbir ülkeye koşulmayan bir duruş sergileniyordu. AB’nin hazım kapasitesi vardı. Bu AB’nin hazmedemediği bir ülkenin ne yaparsa yapsın dışarda kalacağının açık ilânıydı.

Deniz Baykal hemen bir basın toplantısı yapmış ve Başbakan’a “Böyle talepleri kabul etmeden uçağınıza atlayın ve Türkiye’ye dönün. İlerde daha uygun koşullarda bir anlaşma yaparız” demişti. Ama AKP düğmeye basmıştı artık. Baskılar sonunda Devlet Bakanı Beşir Atalay imzasıyla verilen bir belgede AB üyeliğimizle Kıbrıs sorunu arasında bağlantıyı kabul etmiştik. Bu zincirin ilerdeki halkası, Kıbrıs’ta yapılan Annan Planı oylamasında AKP’nin desteklediği “yes be annem” kampanyası olacaktı.

Tüm bunlara karşın algı operasyonu geçerliydi. O günlerde yandaş değil “merkez medyası” sayılan yazılı basında ve televizyon ekranlarında hüküm verilmişti: AKP Türkiye’yi AB’ne sokuyor ama CHP buna karşı çıkıyordu. Gündüz havaya atılan fişekler ve tv ekranlarında çok bilenlerin oluşturduğu programlar CHP’ni “Kemalist” ve “tutucu” AKP’ni ise “çağdaş” ve “ilerici” olarak niteliyorlardı. CHP olarak derdimizi anlatamıyorduk. Önümüze konan medya barajı buna izin vermiyordu. Meclis’te söylediklerimiz tutanaklarda kalıyordu!

***

Aradan zaman geçti. Köprülerin altından çok sular aktı. İç politikada dengeler değişti. Avrupa ülkeleriyle değişik dönemlerde kavgalara tanık olduk ve 6 Mayıs 2016 günü R.Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği’ne “Sen yoluna biz yolumuza” dedi ve işi bitirdi.

2004 Ekim’inde havai fişekle kutladığımız Avrupa Birliği ise hiç değişmedi. O günlerde ülkemize yalandan gülümseyen AB şimdi Doğu Akdeniz’de azı dişini gösteriyor. Açıkça karşımızda taraf oluyor. Ama AKP için konjonktür önemlidir. ABD’de Trump gitti, Biden geldi. AB bu nedenle Türkiye ile söyleyeceklerini mart ayına bıraktı. Koşullar 2004’ten çok ağır da olsa AB ile barışmamız gerekiyor. Cumhurbaşkanı sık sık verdiği demeçlerde “Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olduğumuzu” söylüyor; oradaki elçilerimize talimat veriyor. Ekonomik ve hukuksal reformları vurguluyor.

***

Eski aşkımızı tazelemek istediğimiz AB ise siyasal, hukuksal ve ekonomik koşullar getiriyor. 1993 Kopenhag zirvesinde ortaya konulan ve 1995 Madrit, 1997 Luxembourg zirvelerinde geliştirilen ilkeler, bir Avrupa ülkesinin AB’ne kabul edilebilmesi için sahip olması gereken temel nitelikleri belirtiyor.

Siyasal alanda, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların korunması ve saygı görmesini teminat altına alan kurumların istikrara kavuşmasının gerekliliği vurgulanıyor.

Ekonomik kriterde ise işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığı isteniyor. AB içindeki rekabet ve piyasa güçleriyle baş edebilme kapasitesi koşulu aranıyor.

 

Bilimsel ve teknik gelişmelerin küçülttüğü dünyamızda artık hukuksal ve ekonomik kavramlar litre gibi, metre gibi somut ve ölçülebilir hale gelmiştir. İstediğiniz hukuk ve ekonomi reformunu yapın; size sorulacak sorular bellidir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanıyacak mısınız? Kendi Anayasa Mahkemenizin kararlarını uygulayacak ve uygulatabilecek misiniz? Hâkimler ve Savcılar Kurulunun başından Adalet Bakanını uzaklaştırabilecek misiniz? Yargı bağımsızlığını amasız fakatsız gerçekleştirecek misiniz? İnsanları tutukladıktan ancak bir iki yıl geçtikten sonra iddianame hazırlamaktan vazgeçecek misiniz? RTÜK, Basın İlan Kurumu gibi önemli kuruluşları özerk ve partizanlıktan uzak bir yapıya dönüştürebilecek misiniz?

Merkez Bankasının, Türkiye İstatistik Kurumunun bağımsızlığını sağlayabilecek misiniz? Eğitim, sağlık ve diğer konularda saydamlığı gerçekleştirerek halkı bilgi alma hakkına sahip kılabilecek misiniz?

Soruları çoğaltmak mümkün. Hukuk ve ekonomik reformlar bu sorulara olumlu yanıt vermekle gerçekleşir. AB örneğin bir tenis kulübüdür. Oraya girmek için spor ayakkabı, kısa şort, tişört ve tenis raketi gerekiyor. Ama siz külot pantalon, üstüne çizme, göğsünüzde çapraz fişek ve elinizde tüfekle gelirseniz size söylenecek bellidir: “Burası avcılar değil, tenis kulübü! Üstünüzü değiştirin öyle gelin!”