GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
23 Aralık 2018 Pazar

Rıza Şehri Efsanesi

Geride kalan hafta Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin idam edilişinin yıldönümünde anılabildiği kadar anıldı. Keza Karaburunlu Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal de… İstanbul Milletvekili Ali Kenanoğlu, Şeyh Bedrettin ile anma mesajında bir konuya dikkatimizi çekti, “Şeyh Bedreddin, Alevilerin tahayyülü olan Rıza Şehri Ütopyasının bir uygulayıcısıdır” dedi.

Şunca yılın gazetecisiyim, Rıza Şehri’ni neden bugüne kadar yerel yönetimlerde bir model olarak konuşmadık ki diye geçirdim aklımdan. Bugüne kadar binlerce sayfa Alevilik ve Bektaşilik üzerine kitap okumuşum, başta Dedebaba Bedrettin Noyan olmak üzere Türkçemizdeki yayınların neredeyse hepsine sahibim, bu konuda neden yazmadım diye hayıflandım…

Dünkü cumartesi gününü “Rıza Şehri” okumalarına ayırdım.

Kayıtlarda şöyle yer alıyor vesika: Tarihe Rıza Şehri / Medine Vesikası olarak geçen ve toplam 47 maddeden oluştuğu bilinen ortak anlaşma metni Hz. Muhammed tarafından şekillendirilmiş ve Hz. Ali kaleme almıştır. Alevi Ozanlarının deyişlerinde dile getirdiği “Okuyan Muhammed, Yazan Alidir” betimlemelerinden biri de bu vesikadır.

Peki bu ütopya yani Rıza Şehri nasıl bir yer? O’nun efsanesini de Buyruk’tan aktarıyorum:

“Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı.

Sofu şehrin bu düzenini görünce şaşakaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi.

Ama fırıncı hayretle paraya baktı: ”Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza Şehrinden değilsin, dünyalı olmalısın” dedi. Sofu; “Evet bu şehirden değilim” diye cevap verdi. Fırıncı: “Halinden belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim şehrimizde para pul geçmez” dedi.

Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri: “Meclise götürelim, ulular karar versin” dedi. Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol-boyu sofu düşünüyordu. İçinden “Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi…” diyordu.

Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bu kez de şaşakaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz-kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı.

Görevliler uluları selamladıktan sonra: “Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?” diye sordular. Ulular; “Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. O konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın” diye buyurdular.

Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler: “Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın” diye uyardılar.

Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediğini alıp her istediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse “Ne arıyorsun?” diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu. Görevliler: “Gidemezsin!” dediler.

“Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?”

Sofu; “kuşkusuz razı kaldım, sağolun!” diye karşılık verdi.

Görevliler: “Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın.” Sofu; “O ki töreniz böyle çalışayım” diye kabul etti.

Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan “sen dünyalı mısın?” oluyordu.

Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı.

Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı: “Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?” diye sordu. Arkadaşı: “Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler” dedi.

Sofu cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşmayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi.

Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu: “Sen dünyalı mısın?” oldu. Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı. “Evet, dünyalıyım ne olacak?” diye karşılık verdi. Bacı: “Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda bende sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin” dedi.

Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile acele davranıp ağacın birkaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti.

Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu.

Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi. Bacı; “bunları nerden aldın?” diye sordu. Sofu narları nerden kopardığını söyledi. Bunun üzerine bacı: “Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi, gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye zarar vermeyebilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki…

Bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre layık değilsin.”

Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uyamayacağına karar verdi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sofuyu rıza şehrinden attılar.”

***

Şimdi de Şeyh Bedrettin’in uyguladığına inanılan bu ütopik şehrin kurallarını yazayım:

Rıza Şehrinde yaşayanlar Dış Kapıları Kilitlemezler.

Rıza Şehrinde Şiddet yoktur.

Rıza Şehrinde Mutluluk ve Acılar paylaştırılır.

Rıza Şehrinde Zorlama yoktur.

Rıza Şehrinde Yalan, dolan, fesat, kin, nefret ve iftira yoktur.

Rıza Şehrinde insanlar eşit statüdedirler, kimsenin üstünlüğü ve önceliği yoktur.

Rıza Şehrinde her şey Rızalık ile olur, Rızalık ile sağlanır.

Rıza şehri tasa ve kıvançta birleşen insanların şehridir. Rıza şehrine yoksullar doyurulur, çıplaklar giydirilir, yüzler güldürülür.