GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
8 Nisan 2016 Cuma

Mülteci krizi ve AB ilişkilerini Soli Özel’den dinlemek…

Sherlock Holmes ile Doktor Watson kamp yapıyorlardır; lezzetli bir akşam yemeği ve bir şişe şarabı bitirip sızarlar. Birkaç saat sonra Holmes sıçrayarak uyanır ve arkadaşını dürterken ‘Watson, lütfen gökyüzüne bak ve bana ne gördüğüne söyle’ der.

‘Milyonlarca yıldız görüyorum’ der Dr. Watson.

‘Ve bu gördüğün sana ne anlatıyor?’

Watson bir süre düşündükten sonra yanıtlamaya başlar: ‘Astronomi açısından milyonlarca galaksi ve milyarlarca gezegen var demektir. Astrolojikman Satürn’ün Aslan burcuyla kenetlendiği söylenebilir. Saat dersen, iki buçuk dolayında olmalı. Teolojik açıdan Tanrı çok büyük, biz çok küçüğüz. Meteoroloji boyutuna göre yarın güzel bir gün olacak. Şey, peki sana göre Holmes?’

‘Geri zekalı Watson! Farkında değil misin, üzerimizdeki çadırı çalmışlar!’

Uzunca süredir, uzun uzun anlatılardan, ülkeyi/dünyayı irdeleyen oku oku bitmeyen yazılardan kaçma meylindeyim, zira ruhum; ‘üzerimizdeki çadır çalınmış’ gibi. ‘Gökyüzüne astronomik, astrolojik, teolojik, meteorolojik açıdan baksan ne yazar, anlatsan ne yazar’ kabilinden. Hayat berbat, dünya kötü. Rejim çatır çatır değiştirilirken, gelen ve gelmekte olan beğenmediklerini bile aratacak, kök söktürecek karanlıktayken ve henüz bir çözüm ihtimali görünmezken… Baştaki fıkraya dönersek ‘kıçın başın açıkta/ayazdayken ne desen boş’ haline bandırılmışken… Bir davete doğru yollandı ayaklarım.  Bir yanım ‘Kalk git’ öbür yanım ‘otur ne işin var’ ikircikliğinde; bir adım ileri, iki adım geri mehteran eşliğinde…  Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği ESİAD’ın ‘Avrupa Birliği ile İlişkilerde Neredeyiz?’ başlıklı iki oturumlu toplantısına. ‘Kafan yerinde değil, uzun süredir görmediğin iş dünyasının akil insanlarıyla toplantı öncesi laflarsın, bari havan değişir’ umuduyla…  

‘AB ile ilişkilerimizde güncel durum’ başlıklı oturumun ilk konuşmacısı Kadir Has Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü öğretim görevlisi, Habertürk yazarı Soli Özel’di.  Toplantıyı açan ESİAD Başkanı Mustafa Güçlü’den sonra konuşan Başkan Aziz Kocaoğlu’nun sözlerine atfen; Özel’in ‘Hiç kimsenin tek başına kontrol edemeyeceği müthiş gelişmeler var’ diye başlayıp çizdiği perspektif… Gerçekten havayı da kafayı da dağıtacak zenginlikteydi.  

“Türkiye- Avrupa Birliği ilişkileri, önümüzdeki dönemde kritik ilişkilerden birisi olacak sayın başkanın konuşmasında da dediği gibi. Hiç kimsenin tek başına kontrol edemeyeceği müthiş gelişmeler var. Bunlardan en önemlisi doğa ve çevreyle alakalı” diye başladığı giriş cümlesini, şöyle sürdürdü Soli Özel:

“Bugün ne güneyimizdeki Suriye’nin bu hale düşüşünü, ne Afrika’daki Boko Haram fenomenini, nüfüs baskısına toprağın cevap verememesinden, su kaynaklarının bitmesinden, kuraklıktan ayrı düşünemeyiz. Bundan 8-10 ay önce Avrupa Birliği’nin yayınlamış olduğu raporda Avrupa’nın önümüzdeki dönemde en kurak 10 şehrinden 4’ü Türkiye’dendi.  Türkiye’nin nüfusunun yüzde 38’i, 5 büyük şehirde yaşıyor. Yüzde 25’i, 10 şehirde yaşıyor. Türkiye’nin 81 vilayetinin herhalde 61’inin bir geleceği yok. Geri kalan 20 vilayet, bütün nüfusun yükünü çekmek zorunda kalacak.  Bunun kaynakların üzerinde yapacağı baskılar, aslına bakarsanız hepimiz açısından düşünülmesi gereken bir şey.

Özel, ardından çok daha geniş pencereler açarak devam etti konuşmasına. (Uzunca olacak ama korkutmasın gözünüzü, su gibi akıyor)

“Dünyada işleri ters giden, siyaseti ters giden tek ülke Türkiye değil. Hepiniz istemeseniz bile Donald Trump’ı, o güzel saçlarını televizyonda izlemek durumunda kalıyorsunuz. Yarın öbür gün Le Pen’lerin yeniden iktidara gelmesi söz konusu olabilir. ‘Ne oluyor?’ sorusunu sormamız gerekiyor. Bunu sorduğumuzda da dünyanın hakikaten 1930’dan 1945’e geçirmiş olduğu çalkantıya benzer bir çalkantıda, yeniden yapılanma ihtiyacı olduğunun ve bunun yolunun bulunamaması sebebiyle, hem ekonomik hem de siyasi olarak krizlerin birbiri ardına geldiğini görüyoruz.

İçinde yaşadığımız döneme baktığımız zaman… Ben bu dönemi ‘mimarsız inşaat dönemi’ olarak görüyorum. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ABD, kapitalist düzenin hangi kurum ve kurullarla çalışacağını daha 1944 yılında oturtmuştu. 1990’lara kadar da o düzen bizi iyi kötü getirdi. Bugün de yerine daha iyi konulmuş değil ama bugün 1945’lerin dünyasında değiliz. 1945 yılında ABD tek başına bütün dünya üretiminin yüzde 46’sını yapıyordu. Bugün hala tek başına en büyük ekonomi. Bugün de yüzde 22 civarında. Bugün her şeyi eskisi gibi empoze etmesi mümkün değil. O zaman dünyanın bugün önünde var olan sorun, o dönemde kurulmuş olan kurumları ve o dönemde bu kurumları inşa etmiş olanların çıkarlarına ya da dünya görüşlerine göre şekillenmiş kuralları yeni döneme… Yani 1990 yılında dünya ekonomisinin yüzde 3’ü olan Çin’in bugün yüzde 14’ünü teşkil ettiği bir dünya ekonomisine göre, bu kurumları nasıl yeniden düzenleyeceğimiz sorunu ortaya çıkıyor.

Savaşların çıkmasının önemli bir sebebi, yükselmekte olan güçlere, yerleşik güçlerin yer açmamalarıdır. İngiltere eğer Almanya’ya yer açmayı becerebilseydi, belki 1. Dünya Savaşı yaşanmayacaktı. Şimdi Çin’in yükselişi anladığımız şekilde devletler düzeninin selametle yeni bir evreye geçebilmesi için büyük önem taşıyor. Bunun nasıl yapılacağı henüz belli değil. Üstüne üstlük 1945’te hala dünyanın yarısı sömürge ülkesiydi. Devletler oturup, karar verip işlerini sonuca bağlayabiliyorlardı. Bugünün dünyasında devletlerin düzeni vidalarıyla, çivileriyle, köşeleriyle kurabilmeleri de mümkün değil. IŞİD diye bir şey çıkıyor, herkesi allak bullak ediyor. Başka kurumlar, zengin şahıslar, şirketlerin, devletlerin kontrol edemediği alanlarda hareket edebiliyorlar. Dünyadaki gayrı resmi ekonomik akışlar hiç de yabana atılmayacak duruma gelebildiği için, buradan mafyalar da nemalanamıyor. Her şeye rağmen devletler, sistemi 11 Eylül’den itibaren yeniden öne çıkarmaya ve iyi kötü bir düzeni de kurmaya çalışıyor.

DÜNYADAKİ EŞİTSİZLİĞİ KAVRAYAMADAN ANLAYAMAZSINIZ

Bugün yaşadığımız, bana göre 1989’da biten Soğuk Savaş sonrası dönemin özellikle Amerika’nın hataları, ihtirasları ve beceriksizlikleri nedeniyle kurulamamasından; ardından gelen 2008 krizinin de dünyadaki kapitalizmi yeniden bize dayatmasından kaynaklanıyor. Ne oldu da Amerika’nın cumhuriyetçi partisi, partinin yöneticileri, seçkinleri, ağır toplarına rağmen Trump gibi bir şahsiyeti ön plana çıkardı? Trump dediğin 3 kere evlenmiş. Kim oy veriyor diye bakıyorsunuz, yüzde 25 oranında Evanjelistler oy veriyor. Burada açıklanması gereken bir şey var.  Demek ki aşağıda diğer ülkelerde de olduğu gibi bir rahatsızlık var ve dünyayı anlamak için size önereceğim kavramı, az önce sayın başkan (Aziz Kocaoğlu) da söyledi. Ülkeler içindeki eşitsizlik meselesini kavramadan dünya siyasetini, büyük çalkantıları anlamanın mümkün olmayacağını düşünüyorum.

2008 krizinde gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkeleri ikame ederek dünya büyümesini sürükleyebilirlerdi. 3-5 yıl sanki bu olacakmış gibi gözüktü. Brezilya’da büyüme geçen sene -5 yaptı. Rusya’ya bakıyorsunuz onun da ekonomisinin pek matah durumda olmadığı söylenebilir. Ama Rusya’nın başka ağırlıkları var. Yerçekiminden azade gibi görünen Çin bir anda, 6 buçuk falan büyüyorum diyor, yalan. Gelişmekte olan ülkeler ortaya koyduğu enerjiyi kurumsal bir yapıyı oluşturmak için kullanamamışlar. Kurumsallaşma işini Batı beceriyor, Batının başka işleri var. Diğerleri de bu kurumlaşmayı beceremedikleri için tıknefes olabiliyorlar. Yeni çıkan güçler dünyaya yeni bir şekil verecek, kurumlarını oluşturacak, kurallarını belirleyecek olgunluğa ve deneyime sahip değil. Bu olduğu için de dünyada bir boşluk var. Ve o boşluk, içinde yaşadığımız çalkantıyı açıklıyor.

ÇOK FARKLI BİR DÜNYA ŞEKİLLENİYOR

Burada her şeye rağmen kendi doğrultusunu çizmeye en yetkili ülke olarak Amerika Birleşik Devletleri çıkıyor. Başkan Obama 4 ay boyunca bir gazeteci olan Jeff Colbert’ü yanında dolaştırmış. Jeff Colbert bu 4 ayı yazıyor. Orada bir Obama dünya görüşü ortaya çıkıyor. 8 yıldır Amerika’yı yöneten adam şu mesajları veriyor: 1- Pakistan’la, Suudi Arabistan’la ben niye müttefikim? 2- Sürekli olarak İsrail’in yükünü taşımak zorunda mıyım? 3- Türkiye’ye ümit bağlamıştık. Otoriter, beceremediler 4- Avrupalılar sürekli bizim sırtımızdan geçiniyor. Bu da olacak iş değil.

Obama’nın söylediklerini çok ciddiye almak gerekir. Obama’nın mesajı şu: ‘1- Umarım Ortadoğu yerin dibine batar biz de kurtuluruz. 2- Avrupalılar önemli ama sırtımızda taşımaktan bıktık. 3- Amerika olarak biz 2 şeye bakacağız: çok popüler olduğumuz Asya’da var olmak ve Çin’in yükselişini yönetmek. Latin Amerika’yı çok ihmal ettik. Oraya ve Afrika’ya bakmak zorundayız.’

Bu, bizim baktığımız parametrelerden çok farklı bir dünyanın şekillenmekte olduğunu gösteriyor ve bu bizi doğrudan ilgilendiriyor.

MACARİSTAN’A VAR BİZE YOK

Geriye dönüp bakınca AB, 1989 sonrasını doğru yönetemedi. Bugün yaşanan kriz aslında 89 döneminde yapılan hataların bir sonucu. Avrupa Birliği Soğuk Savaş sırasında büyük bir hamle yaptı ve tek pazarı oluşturdu. Soğuk Savaş bittikten sonra sanki o dönem bitmemiş gibi aynı doğrultuda hareket etti. Euro krizi, bunun hediyelerinden birisi hepimiz için. Ben buradan baktığım zaman Avrupa Birliği içinde biz üye olamıyoruz; niye? Demokratik standartlarımız falan… Size Macaristan’la ilgili son 5 yılda yazılan yazıları göndereyim. Macaristan’ı sileyim Türkiye yazayım, Orban’ı sileyim başka bir isim yazayım göndereyim, çok da büyük bir fark bulmayacaksınız. Şimdi Polonya da aynı yolda ilerliyor. Demek ki Avrupa Birliği, yani liberal-demokratik modelin somutlaşmış hali diyebildiğimiz, dünyanın en ileri ekonomik ve sosyal değerler açısından kurumu kendi bünyesinde liberal olmayan bir demokratik modeli benimsediğini, bunu da çok sevdiğini, Putin’e hayran olduğunu belirten bir adam olan Orban’ı, Macaristan’ı tutabiliyor. Kendine rağmen Almanya, Avrupa’nın lideri oluyor. Almanlar kendi tarihlerinden çok korkan bir millet olarak da bu kadar güç edinmeyi rahatsız edici bir şey olarak görüyorlar ama son mülteci krizinin gösterdiği gibi, Angela Merkel’in vermediği bir kararın kabul edilmesi mümkün değil. Angela Merkel’e rağmen bir kararın verilmesi mümkün değil. O, kafaya koyduktan sonra onun verdiği kararın da reddedilmesi mümkün değil. Bu aslında Türkiye için müthiş bir fırsat. Bütün problemlere rağmen Avrupa ülkelerine yerleşmiş Müslüman nüfuslar arasında Türklerin Almanya’ya entegrasyon hikayesi kadar büyük bir başarı hikayesi yok. Belçika’da bir Faslıların, bir de Türklerin durumuna bakın. Berlin’de yaşadığınızda bunu çok net görüyorsunuz. Berlin Almanca bilmeden yaşayabildiğiniz bir şehir. Eğer Almanya Avrupa Birliği’nin merkezi olacak ve bundan sonraki yönelimi neredeyse kendi başına belirleyecekse… Avrupa Birliği ile Türkiye önümüzdeki 3-5 yıl içinde şu veya bu nedenle birbirleriyle yakın ilişkide olacaksa… bizim Türkiye-Almanya ilişkilerine müthiş önem vermemiz, geliştirmeye çalışmamız ve her şeyden önce Almanya’yı anlamaya çalışmaları gerekiyor. Onların da benzer bir şey yapmaları şart.

GERÇEKÇİ AKTİVİZMDEN İDEOLOJİK AKTİVİZME…

Türkiye 1990’ların sonundan itibaren kendini Soğuk Savaş kalıplarından çıkararak çok boyutlu bir politika arayışına girdi. 90’ların başında başlayan ve nihayet İsmail Cem döneminde formüle edilen ve ilk zeminleri atılmış olan politikalardı. Adalet ve Kalkınma Partisi bunların üzerine geldi. Allah var, onlar da bu konuları düşünmüş oldukları için de konjonktürden de yararlanarak Türk dış politikasını gerçekten Türkiye’nin çevresindeki 3 bölgeyi ekolojik sistem diye tanımladığı bölgelerle iyi ilişkilerle götürdüler. Maalesef Arap isyanları, Türkiye’nin 2000’li yıllardaki gerçekçi aktivizminden daha ideolojik bir aktivizme kaymasına yol açtı. Ve o dönemde yapılan hatalar düzeltilmedikçe Türkiye kendini bir girdabın içinde buldu.

Bilançoya baktığınızda; bir, Türkiye Soğuk Savaş bittikten sonra Avrasyacılığı denedi. Ergenekon ve Balyoz’dan içeri atılanlar Avrasyacılığı denemiş olan askerlerdi. O bitti. Tek başına hareket edemeyeceği ortaya çıktı. Ortadoğu’ya sahip olma, şu olma bu olma vs.’nin ne sonuç verdiğini benim size tekrarlamama gerek yok. Bunun da üstüne Osmanlı İmparatorluğu’nun 200 yıl boyunca, Türkiye Cumhuriyeti’nin de 90 yıl asla feragat etmediği bir ilkeyi, ‘Eş anlı olarak Rusya ve Batılılarla kavgalı olmama’ ilkesini çiğnediniz. Türkiye şu anda kurumsal olarak bağlı olduğu Batı camiasından başka dönecek bir yer bulamıyor. Her şeye rağmen, coğrafyasının kendisine sağladığı avantajları kullanarak tamamen Batılı müttefikleriyle aynı hareket etmiyor gibi görünse de… Ben sayın Cumhurbaşkanı’nın Amerika gezisinde bütün bu olup bitenlerin arkasında konuşulan tek konunun PYD-IŞİD savaşı olduğunu düşünüyorum. Sonunda da Türkiye PYD konusunda belki çok laf edecek, belki birlikler biraz Suriye’den içeri girecek ama Amerikalılarla PYD, IŞİD’i haklamaya çalışacak. Bunu da başardıkları takdirde PYD Türkiye’nin güneyine hakim olacak.  Türkiye de bunu kabul etmek zorunda kalacak ve bunun karşılığında da sanırım bir şeyler alacaktır. Mülteci krizinde yaşananların Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin bir raya oturtulması konusunda bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ancak iki tarafın da geçmişten ders alarak, bu ilişkiyi biraz daha nezih bir şekilde yönetmeye çalışmaları ve dünyanın bugünkü gerçeklerini de bu ilişkinin içerisine yedirmeleri gerektiği kanısındayım.”

MÜLTECİ KRİZİ OLMASAYDI…

Soli Özel’in özetlemeye çalıştığım konuşmasının ve diğer konuk Avrupa Birliği Uzmanı Can Baydarol’un görüşlerini aktarmasından sonra, soru cevap bölümünde Özel’e “Mülteci krizinin AB ile ilişkilerde bir fırsat yarattığını dile getirdiniz. Bu Türkiye için Allah’ın lütfu mu? Buna bağlı olarak bunun olmadığı bir zamanda sizce ne olmalıydı bir ilişki kurulması için?”

“Batıya dönmek, ivme alabilmek gibi bazı deyimleri kullanıyoruz ama Türkiye ile AB arasında bir üyelik sürecinden bahsediyor muyuz yoksa aslında alakart bir işten mi bahsediyoruz?” soruları yöneltildi. Soli Özel’in cevabı, -yine özetleyerek- şöyleydi:

Yunan gazetesinde görmüşsünüzdür. Sayın Cumhurbaşkanı’nın Brüksel’de bir toplantıda Juncker ve Tusk’la yaptığı görüşmenin tutanağı yayınlandı. İki tarafın birbirlerine duyduğu sevgi, saygı, Türkiye-AB ilişkileri konusunda içlerinden fışkıran samimiyet, ekrandan benim üzerime doğru geldi ve gözlerimin dolduğunu hissettim. (kahkahalar) Bir taraf ‘bana bakın beni kızdırmayın. Sınırları açarım, toplayamazsınız’ diyor. Öteki de ‘Alçak. Ben senin yüzünden komisyon raporunu yayınlatmadım’ diyor. (kahkahalar)  Şimdi buradaydık.  Türkiye’nin AB, AB’nin de Türkiye derdi yoktu. Bana sorarsınız bugün için de her ikisinin de böyle bir derdinin olduğu noktada değiliz.  Avrupalılar bana göre 2005’ten sonra çok yanlış ve edepsizce hareket ettiler. Türkiye ve AB ilişkileri bugün alakart dediğimiz türden bir şey. Bunu Amerikalı da söyledi.  Avrupa Birliği kendi geleceğini bilmezken Türkiye’nin AB ile müzakerelerde şunu ve yapma bunu yapmasının bir anlamı yok. Macaristan’da otoriter bir rejim var. Kapitalizm eşitsizlik üretir, demokrasi eşitlik üzerine kurulur. Bunların arasındaki çelişkiyi refah devleti törpülüyordu ve bir ahenk kurulabiliyordu. Refah devletinin 21. Yüzyıl versiyonu kurulamadığı takdirde bu çelişki aşılamayacağında bu eşitsizlik, bu kavga çıkacak. AB bunun çaresini bulduğu takdirde Türkiye’nin de buna doğru gitmesinde yarar var. Türkiye Asya ekonomisinin değil Avrupa ekonomisinin bir parçası. Petrolünüz yok, gazınız yok. Dünyanın onsuz yapamayacağı bir tek ürününüz yok. Buluşunuz yok. Hiçbir şeyiniz yok. Müthiş bir coğrafyanız var. Müthiş bir rant topluyorsunuz. Onun ötesinde 2002-2010 arası iyi kötü toplumsal olarak bir değer üretebiliyordunuz. Bunu da üretmediğiniz zaman sıkıntı yaratıyorsunuz.

Sorduğunuz gibi, bu kriz olmasaydı sanırım başka bir şey yapamazdık. Türkiye dış politikada çok sıkıştı. Türkiye mültecileri Suriye’ye göndermek istese bile Esad geri almak istemeyecektir. Bu durum Esad’ı demografik olarak rahatlatıyor. Nüfusunun yüzde 12’si Türkiye’de şu anda. Muhtemelen çoğu da Sünni. Başına bela olabilecek insanlar burada. Türkiye’nin Batılı müttefiklerle yeni bir dil oluşturması gerekiyor. 2015 yılının Ekim ayına kadar sayın Başbakan’ın ağzından ‘Türkiye Avrupalı bir halktır. Biz Avrupalı bir milletiz’ lafını duydunuz mu? Şunca zaman yazıp çizdikleri içinde bunu düşündürtecek bir tek ifade yok. Türkiye sıkıştı ve buraya döndü. Avrupalılar da sıkıştılar. 6 saatte Merkel bana göre bir oyun planı ortaya koydu ve Davutoğlu’nun işine geldi. Türkiye’de bu anlaşmanın iyi bir yere gitmesini istemeyenler de var. Buradan bir yere gidilirse bir güven ilişkisi tesis edilir diye bir güven taşıyorum. Ben dünyanın çok iyimser insanlarından birisi değilim ama bir zemin üzerinde iş becermenin bir örneğini göreceğiz. Ondan sonra belki bir yerlere gidilebilir. Türkiye bugün AB’nin üye olarak almak istediği bir statüde değil. AB’nin sırtındaki yükü atma noktasında önemli bir ülke konumundadır.”

* * *

İkinci oturumu, değerli konuşmacıları ne yazık ki dinleyemeden ayrıldım. Hilton’daki toplantıya giderken ‘üzerimizdeki çadırın çalındığı/yerle bir edildiği’ne takılmış haldeydim; çıktıktan sonra zihnim ‘milyonlarca yıldızın ne ifade ettiği’ üzerinde geziniyordu…

Kapkara bir sınavdan geçerken… Siyasetteki kötücül tartışmalar, bizi bulunduğumuz konumlara mıhlıyor, kısırlaştırıyor, kemikleştiriyor, en fenası da umutsuzluğumuzu mıh gibi perçinliyor. Aklımıza/ruhumuza/kendimize mukayyet olmak adına, başka pencerelere… Bize gökyüzüne bakmanın farklı yolları da olduğunu hatırlatacak, bakış açımızı zenginleştirecek insanlara ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu bir daha idrak ederek, ESİAD gibi  sivil toplum örgütlerine ne kadar çok görev düştüğünü… İzmir’de düşün hayatını canlandıracak/silkinmemizi sağlayacak, zihin jimnastiğinin sağaltıcı etkisini geliştirecek bu ve benzeri toplantılara ne çok ihtiyaç olduğunu söylesem… Bilmem katılır mısınız?