GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
16 Temmuz 2019 Salı

Kendimizi aldatarak nereye kadar!

Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde yaşayan biz Osmanlı bakiyesi Cumhuriyet yurttaşları, şehir kurmayı bilmediğimiz gibi olanı korumak konusunda da kötüyüz.

Ne denli kötü olduğumuzu anlamak için İzmir’in haline şöyle bir bakmak yeterli… Yüzyıl içinde kadim şehri adeta tarihten sildik. Ama “kadim” demeyi biliyoruz…

İzmirli olmakla her fırsatta övünmek yerine bu gerçekle yüzleşmeyi deneseydik belki de şehre bu kadar çok kötülük yapmayacaktık.

Körfez lağıma döndü. Kıyı boyunca dikilen beton bloklar sayesinde şehir denizden koparıldı. Denizden gelen esintiye şehir kapatıldı. Bereketli topraklar yazlık evlerin altında kaldı. Şehrin tarihi dokusunu korumak bir yana, yaşanmışlığı simgeleyen bütün yapılar yok edildi.

Şehre ihanet etmeyen tek bir yönetici yok iken, her yöneticiyi yere göğe sığdıramayan kentlilerin bu tutumu, İzmir’in başına gelenlerin nedenini yeterince izah ediyor.

İzmirli olmakla övünenlerin önce bu garabete bir açıklık getirmeleri gerekiyor.

Kıyı boyunca dikilen binalar şehrin soluğunu keserken, otopark zorunluluğunu getirmeyen yönetimler sayesinde bugün yolların otoparktan farkı kalmadı.

Gelin görün ki her gelen kendinden öncekini suçluyor ve aynı kötü mirası kendisinden sonra gelene bırakıyor.

Her gelen başkan körfezde yüzeceğini veya körfezi canlandıracağını söylüyor. Ve körfez bütün hızıyla kirlenmeye devam ediyor.

Oysa çocukluk yıllarımızda bu sularda yüzülüyordu, kıyı boyunca yalı evlerinin bahçe duvarlarına bağlı kayıklar denizde sallanır dururdu.

Bugün ise, deniz/insan ilişkisi son derece sorunlu bir liman şehridir, İzmir.

Dahası insanın denize ulaşması, trafiğin hızlı aktığı bulvarlar vasıtasıyla engellenmiştir. Öyleki birkaç kilometre yürüyor fakat deniz kenarına geçmek için yaya geçidi bulamıyorsunuz.

İzmir, yönetilişi itibarıyla, insan önceliği olmayan bir şehir olmuştur. Gündelik hayat, yürüyen metal yığınlarının önceliğine göre düzenlenmiştir.

Metropolleşen şehirde, metropol kültürünün nasıl inşa edileceğine dair bir mutabakat olmamakla birlikte, “ben yaptım, oldu” kafasıyla sürekli bir şeyler hayatımıza eklemleniyor.

Mesela, bir kültürparkı nasıl korumak ve sahiplenmek gerektiği konusunda elan bir görüş birliği sağlanabilmiş değil. Bize koca bir yüzyıl yetmemiş…

İş dünyası, para kazanmak için “marka şehir” saçmalığına sıkı sıkı sarılmış, saçmalamaya devam ediyor. Markalaşma kafasının şehre verdiği zarar umurlarında değil.

Siyasetçi, oy toplamak, oraya buraya seçilmek için, olur olmaz herşeyi vaat ediyor.

Şehrin kanaat önderleri, akil insanları, bir köşe tutmak için muktedirlerin önünde ellerini ovuşturarak bekliyor. (Elbet de böyle davranmayan değerli insanlarımız var. İyi ki varlar. Onları saygıyla selamlıyorum.)

Şehrin ahalisi ise, bu hengâmede gündelik hayatı sürdürebilmek için başının çaresine bakıyor.

Rakı/balık, gevrek, çiğdem, Saat Kulesi hattında İzmirli olmakla övünmek matah bir şey değil.

“O mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler.” dizesini anımsatan aymazlıkla şehri akıl almaz bir sığlığa mahkûm etmek, İzmir’in kaderi olmamalı…

Sahip olduğu tarih ve kültür mirası, yavaş akan hayata ve felsefeyle düşünmeye dair insanlığa çok şey söylemeye muktedir kılıyor İzmir’i.

Batı kültürünü mümkün kılan zenginlikler, doğu Akdeniz’den itibaren ortaya çıkmıştır.

Bizler hep buradaydık. Öğreneceklerimiz olduğu kadar öğreteceklerimiz de var. Yeter ki, beş bin yılı kesintisiz, sekiz bin yıllık yaşanmışlığı uzaktan seyretmekten vazgeçelim. O lanet olası emanetçi psikolojisinden kurtulalım.

Batı, Doğu Akdeniz’den başlar. Batılı olmak için icazete ihtiyacımız yok.

İzmirliler -şehirde bir yabancı gibi yaşarken- İzmirli olmakla övünmeyi bırakmalı ve şehrin değerlerine, tarihsel ve kültürel mirasına nasıl sahip çıkacağını düşünmelidir.

Yoksa güzelim şehrin hepten yaşanmaz hale geleceği günler yakındır.