GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ARI
YAZARLAR
19 Aralık 2019 Perşembe

“Kanal İstanbul” için acele etmeyelim!

İlk bakışta Kanal İstanbul’un yapılmasının gerçekleştirileceğini düşündüğü zaman insanın göğsü kabarıyor…

Karadeniz’i, Marmara Denizi ile birleştirecek bu suyolunun ülkemiz tarafından gerçekleştirileceğini düşünmek, her yurtsever gibi bizi de mest eder…

İnkâr edecek değiliz ya!

Ancak şunu bilmemiz gerekiyor:

Bu iş, tek başına bir mühendislik işi değildir.

Mühendis hesaplar; ortaya bir plan çizer koyar.

Sonra da maliyet hesapları yapılır…

Milli sermaye ile 70 milyar doları bulacağı söyleniyor.

Derken, yöntem ne olacaksa kanalın yapımı ve işletilmesi konusunda, para kaynakları bulunur...

Ve alır eline kazmayı, küreği birisi;

“Ya Allah!” der ve ilk kazmayı vurarak kazıyı başlatır…

***

Çıkacak onca kazılmış toprağı, kumu, kayayı, nereye yığarsın; nasıl dolgu malzemesi olarak kullanırsın; acaba bu malzeme kireçli midir, dolayısıyla dolgu malzemesi olarak kullanılır mı? Yoksa deniz dibine dökülürse, yeni çöküntülere neden olur mu?

***

Unutmayalım, Çınarcık depremi, yalnız fay kırılmasından olmamış; deniz dibinde büyük toprak ve kaya yığınlarının, denizin dibindeki derin vadilere düşmesiyle meydana gelmişti...

Aynı şey burada olur mu, olmaz mı?

Olursa, Allah göstermesin; yeni dip depremlerini tetikler mi?

***

Elbette konunun çevre ekolojisinden değişen iklime; ülkenin stratejik özelliklerine yeni bir boyut ekleniyor olmasından, yeraltı sularına, barajlarda ne ölçüde su tutulacağına, İstanbul’un susuz kalıp kalmayacağına, depremleri tetikleyip tetiklemeyeceğine, hatta Marmara’da yoğun balık ölümlerine ve kimi türlerin yok olmasına gidip gitmeyeceğine dek, katmerli boyutları var…

*** 

Neymiş?

Üç tane baraj ortadan kalkacakmış.

Antik kentler varmış kanalın geçeceği yerlerde, bunlar yok olacakmış.

Marmara’ya döküleceği yerde, yılan balıkları yumurtlarmış; bütün bu doğal ekoloji ve denge bozulacakmış…

Konuş, yıllarca konuş istersen, biteceği yok.

Ancak biz başka bir boyutu üzerinde duralım:

***

Bilindiği gibi, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazlarıyla ilgili son düzenleme, 1936 Montreux Sözleşmesi’yle belirlenmiştir.

Boğazlar sorunu, bugünün sorunu değildir. Osmanlı Devleti’nin neredeyse 300 yıllık sorunu olarak, Türkiye’ye kalmıştır desek, yanıltıcı olmayız.

Olaylar, olaylar, olaylar…

Başta İngiltere olmak üzere, neredeyse son iki yüzyıl, batı dünyası Rusya’nın Akdeniz’e inmesini istemedi.

Rusya’nın bu isteği, Osmanlı Devleti’nin zaten ölüm fermanını istemek anlamına geldiği için, sırf bu emelin önü kesilsin diye, bu ülkeyle bir yığın savaşlar yapıldı.

Ve bu süreçte Osmanlı Devleti’ne İngiltere sürekli destek verdi:

Aman, Rusya karşısında yenilmesin de Rusya da Akdeniz’e inmesin diye…

Bütün bu süreçte Boğazlar hep sorun oldu.

Örneğin 1854 Kırım Harbi’nde, zırhlı donanmasını getirip, Haliç’e salıverdi İngiltere; Rusya’ya gözdağı verircesine; “Sıkıysa gel de gör” dercesine...

Ancak Rusya ise…

Bu sevdasından hiçbir zaman geçmedi.

Ve derken Birinci Dünya Savaşı çıktı…

Tarih baba, 1914 yılını işaret ederken…

Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında savaşa girdi.

Savaş süresince, boğazları geçip önce Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak amacıyla, İngiltere yanına başkalarını da alıp yüklendi Çanakkale Boğazı’na…

Osmanlı Devleti ise; öylesine bir direnç gösterdi ki; geçemedi emperyalist ülkelerin yüzen kaleleri Çanakkale’den.

Ve bu olay, tarihe bir Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal Atatürk kazandırdı…

Neyse, geçelim…

***

Sonra Türkler, bir bağımsızlık savaşı verdiler.

Ve Misak-ı Millîleri’nde hep Boğaz’ın güvenliğinin sağlanmasından söz ettiler. Birçok önerilerde bulundu ötekiler de Türkler de; şöyle olsun, böyle olsun diyerek…

En sonunda iş Lozan’a gelince, bu konuda anlaşılamadı ve sorun ötelendi.

1936 yılında ise; Türkiye’nin, Rusya’nın, Karadeniz’e kıyı öteki devletlerin ve Batılı ülkelerin de katılımıyla sorun masaya yatırıldı ve bir karara varıldı…

Buna göre barış zamanında ülkelerin ticari gemileri boğazdan izin almadan geçeceklerdi. Ancak savaş gemileri de 10.000 tonluk sınırına kadar geçiş yapabilecek; bundan yukarı ağırlıkta olanlar Türkiye’nin onayını almak zorunda kalacaklardı.

Bu karara, o zaman Sovyetler Birliği de katıldı…

Onun da korkusu, büyük savaş gemilerinin kontrolsüz biçimde Karadeniz’e girmesinin önüne geçmek ve kendisini güvende hissetmekti…

***

Montreux, yalnız Türkiye’nin güvenliği için değil, Karadeniz’e kıyısı olan öteki ülkelerin de güvenliği için oluşturulmuş özel statüsü olan bir sözleşmeydi.

Bu denli büyük girizgâhtan sonra gelelim, Kanal İstanbul’a…

***

Empati yapalım:

Diyelim kanal bitti; Türkiye elindeki bu su yoluna hem Rusya’yı, hem Karadeniz’e kıyı ülkeleri, hem de başta ABD olmak üzere, öteki batılı ülkeleri memnun edecek nasıl bir rejim getirecek?

Unutmayalım, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Montreux’un Türkiye lehine yarattığı statüye karşı çıkan Sovyetler Birliği, bu konuya müdahale etmek istedi ve bu da bizi NATO’ya girecek ölçüde Batı’ya yanaştıran bir süreci tetikledi…

Tamam, Boğazlar’ın coğrafi yapısı büyük tehlikeler yaşanmasını tetikleyecek ölçüde; hem Karadeniz hem de Ege denizinde boğazları geçmek için biriken bir gemi trafiği oluyor; bunların hepsine kabul…

Ancak Türkiye bu suyolunu açtığı zaman, Montreux Sözleşmesi’nin belirlediği sınırları aşacak bir talep karşısında kaldığında, bunun karşısında nasıl direnecek?

Ve buna kendini güvende hissetmeyen Rusya ve öteki Karadeniz ülkeleri ne diyecek?

Ve daha ötesi; başta ABD olmak üzere, öteki ülkelerin, parasını veririm ve geçerim düşüncesi karşısında, diyelim bugün öteki ülkelerin konumunu ve Montreux’dan doğan haklarını da kullanarak, engel olabilirken; tek başına bu süreci nasıl yürütebilecek?

Gürcistan olaylarında Karadeniz’e giren ABD donanmasını anımsayın: Montreux’un tanıdığı süre bittiği halde, bin bir türlü bahane ile Karadeniz’den çıkmamıştı da ne olaylar yaşanmıştı?

Yine, Montreux sözleşmesinin imzalanmasından çok önce, Birinci Dünya Savaşı’nın başında, yani 1914 yılının sonunda Goben ve Bresleu Karadeniz’e çıkmış, Rus sahillerini bombardıman etmiş ve bir anda bizi savaşa sokuvermişti…

Bunların hepsini düşünmeliyiz, hepsini…

Yoksa Karadeniz’de büyük ülkelerin, başta nükleer gemileri olmak üzere, başlı başına tehdit unsuru olacak deniz muharip gemilerini mi göreceğiz?

Konu çok hassas, bunu bilmeliyiz…

Rant konusuna, kanalın geçeceği güzergahta yükselen toprak fiyatlarına, köylülerin ellerinden toprakların nasıl yağmalandığına hiç değinmiyorum.

Bu konu inanın çok karışık ve riskli…

Çok tartışmalıyız, çok.

Uzmanları dinlemeliyiz.

Duygularımızla değil, aklımızla konuya eğilmeliyiz…