GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
19 Mart 2020 Perşembe

Kahraman doktorlarımız, kahraman hemşirelerimiz…

Çanakkale Savaşında siperlerin gerisinde yaralı askerlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey “Morfin” idi.

Doktorlar yaralı askerlere ağrı kesici bulmakta zorlanıyorlardı.

Bu yüzden bir nöbet tutuluyordu.

Hastaların ameliyatı için hazırlanan çadırın önüne bir masa kurulmuştu..

Sedye ile gelen her yaralı, burada masaya koyuluyordu. Doktorun elinde enjektör, enjektörün içinde ağrı kesici… Doktor ilk muayeneyi yapıyordu ve yaşama olasılığı olan, ameliyat edilmesi halinde yaşayacağına inandıkları askerlere ağrı kesiciyi yapıyordu… Oysa gelen her yaralının ağrı kesiciye ihtiyacı vardı.

Fakat herkese yetecek kadar ağrı kesici yoktu… Doktor duygusal karar vermemek için yaralıların yüzüne bakmamakta, iyileşme şansı yüksek olan yaralılara ağrı kesici yapmaktaydı… Yine doktorun önüne bir asker getirildi..

Yaralının ağır yaralarına bakan doktor, askerin iyileşemeyeceğini öngörür ve ona ağrı kesiciyi yapmaz…O sırada askerden iniltili bir ses duyulur..

“Baba!”

Herkesin gözü doktora çevrilir, yaralar içinde kıvranan asker doktorun öz oğludur…  Doktor buna rağmen yine ağrı kesiciyi oğluna yapmaz ve bir kaç saat sonra da oğlu şehit olur… Doktor, şehit olan oğlunun cansız bedenine sarılır ve şöyle der: “Affet oğlum, o senin hakkın değildi”

İşte bu topraklar hakkı olmadığına inandığı için tek bir ağrıkesiciyi bile oğlundan esirgeyen o güzel insanlar tarafından vatan yapılmıştır.

Çanakkale Zaferini kazandığımız  o tarihi anlardan biri de, hiç şüphesiz Doktor Tarık Nusret’in hakkı olmadığı için öz oğluna ağrı kesici yapmadığı o andır..

***

Çanakkale Zaferi’nin en unutulmaz fotoğraflarından biri, yaralı Anzac askerine matarasındaki suyu veren kahraman Türk askeri ise diğeri de yaralı Türk askerinin sigarasını yakan Fransız Kızılhaç görevlisidir. Benim için… Sonuçta askerler de insandır.

***

Bu hikayeyi Sunay Akın da anlatıyor. Galiba orijinali Genelkurmay Yayınları’da imiş. Hekim dostların köşelerinde de okumuşluğum var.

***

Ve pek az anlatılan Hemşire Safiye Hüseyin’in hikayesi:

Türk hemşireliğinin tarihide savaşlarla birlikte yazılmış ve Hilal-i Ahmer Cemiyeti olarak anılan Kızılay tarafından Trablusgarp savaşında yaralanan askerlere yardımcı olunması amacıyla 1911 yılında Türkiye'nin ilk hemşirelik kursu açılmıştı. 

6 aylık bu kursu bitirenler 1912-1914 Balkan Savaşları'nda ve 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı'nda cephelerde görev almış, kurulan sahra hastanelerinde yaralanan askerlerin tedavilerinde birebir görev yapmışlardı. Ön cephelerde görev alan yüzlerce hemşire ise açılan top ateşi ve saldırılar sonucu şehit olmuştu. 

1911 yılında açılan hemşirelik kursundan ilk mezun olan hemşireler içinde yer alan Safiye Hüseyin, yaptığı hizmetler ve gösterdiği üstün çabası ile Türkiye'nin ilk hemşiresi olarak anılmaktadır. 

Çanakkale Savaşları'na gönüllü hemşire olarak giden Safiye Hüseyin, Balkan Savaşları'nda hemşirelik yaptığı için Çanakkale'de yaralanan askerlerin tedavisi için hazırlanan Reşit Paşa Vapuru'nda başhemşire olarak görevlendirilmiştir. 
Safiye Hüseyin Çanakkale savaşında yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır:

“Evet savaşa da iştirak ettim Çanakkale’de uzun müddet kaldım. Çanakkale’de savaş başladığında Alman Salibiahmer (Alman Kızılhaçı) ile bizim Hilal-i Ahmer Cemiyeti birleşmiş, Reşit Paşa vapurunu hastane gemisi yapmıştık. Ben bu geminin hasta bakıcısı olmuştum. Reşit Paşa Çanakkale’ye gidecek, orada yaralıları tedavi edecek, yarası ağır olanları alıp İstanbul’a getirecekti. Vaziyet tehlikeli dediler… Ne vapuru olursa olsun… İster hastane vapuru ister Kızılay ister Salibiahmer, İngilizler esir tutuyorlar. Ben aldırış etmedim. Zaten umumi harp başladığı zaman ben hastabakıcılık için gönüllü yazılmıştım. Gönüllü olarak gidiyordum… Çanakkale’ye geldik, Akbaş Mevkii'nde demirledik. Hastaları, yaralıları toplamaya başladık. Ne yaralılar, ne yaralılar. Şu parmakları görüyor musunuz? Ben bu parmaklarımla kaç delikanlının gözlerini bir daha açılmamak üzere kapattım. Kaç delikanlının…"
 
Safiye Hüseyin devam ediyor: “Yaralıları aldık, dönüyorduk… Birdenbire tepemizde bir uçak belirdi, güverteye çıktık. Süvari müthiş bir haber verdi: İngiliz uçağı... Mamafih zerre kadar korkmuyorduk. Reşit Paşa gemisinin bir tarafında kızıl bir ay, bir tarafına da kızıl bir salip (haç) vardı. Belli ki hastane vapuru… İçimizden “dünyada bize ateş edemezler' diyorduk. Uçaktan kırmızı bir ışık yükseldi, ve üstümüze dehşetli gürlemeler oldu… Reşit Paşa ’nın sağına soluna gülleler yağıyordu, o zaman anladık ki bize ateş ediyorlar. Attıkları gülle bize o derece yakın düşüyordu ki tasavvur edemezsiniz. Yaralı gaziler vapurlara taşınırken… Fakat bütün bu tehlikelere rağmen korkmak için vaktimiz olmadı. Çünkü hastalar bizi bekliyorlardı. Ameliyat edecek, yaraları sarılacak yüzlerce hasta vardı. Bunlardan biz kendimiz için korkacak vakit bulamıyorduk. Bundan sonra düşman adet edinmişti. Ne zaman Reşit Paşa vapurunu görseler tepemize İngiliz işaretli bir tayyare dikiliyor, düşman topçusuna bizim bulunduğumuz yeri işaret ediyor. Bundan sonra o dehşetli gülle yağmuru başlıyordu. Her defasında ölüm tehlikesi geçiriyorduk. Hele bir keresinde müthiş bir bombardımana tutulmuştuk. İstanbul’a “Reşit Paşa vapuru battı' diye haberler gitmiş. İstanbul’a döndük ki, herkes vapur batmış zannediyordu. Akrabam matem içinde, İstanbul’a adeta ahretten döner gibi döndüm.”

***

Bu kahramanların hikayelerini hatırlatmamın nedeni şu günlerde kahramanca görev yapan hekimler, cerrahlar, kimyagerler, hemşireler, teknisyenler için… Onların bazıları da diğer hastalar gibi kaybedilebilir… Hepsini şimdiden kahraman ilan ediyorum.

Sonuçta her zaman büyük insanlık kazanacaktır.