GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Tayfun MARO
YAZARLAR
29 Haziran 2020 Pazartesi

İzmir’e bir de böyle bakmak lazım

İzmirli olmayı çok önemseyen, bu halini birkaç simgeye bağlayan ve bununla övünen “boyozcu/gevrekçi” bakış açısı hiçbir zaman ilgimi çekmedi.

Şehrin görmezden gelinen başka gerçekleri var. Ve bu gerçekler gündelik hayatımızı derinden etkiliyor olmakla birlikte, Akdeniz tembelliğinde yuvarlanmak kolayımıza geliyor.

Ne yazık ki şehrin sosyal, politik, ekonomik, sanat ve kültür hayatında vasatlarla satıhların birbirini ağırladığı koşullar, Cumhuriyet döneminin getirdiklerindendir. Ancak seksenli yıllardan itibaren dayanılmaz bir hal aldı.

Bu durumun verili tarihsel ve sosyolojik izahları mutlaka vardır. Onu uzmanlarına bırakalım.

Benim derdim, bir şehir sakini olarak gördüklerimi ve yaşadıklarımı dile getirmek.

Öncelikle, gözlerimizin önünden hiç gitmemesi gereken bir fotoğraf var. İzmir’in yüzyıllık hikâyesinin bize anlattığı bir tür yok oluşun fotoğrafı...  5000 yılı kesintisiz, 8500 yıllık tarihi olan bir şehir, dün kurulmuş gibi duruyor. Tarihi miras neredeyse yok olmuş. Batı, benzer şehirlerin tarihi dokusunu olduğu gibi korumuş.

Tut ki uluslararası toplumda bunun nedeni soruldu; ne diyeceğiz?

Geçen yüzyılın hikâyesini hamasetle geçiştirmekten artık vazgeçmek lazım; tarih diye anlatılanlar durumu açıklamaya yetmiyor.

Sanayi devrimiyle başlayan sınıf mücadelelerinin bu şehirde pek yaşanmadığı bir gerçek; Ne burjuvazinin ne proletaryanın etkili sınıfsal varlığından söz etmek mümkündür.

Orta sınıf gevşekliğinde süren ve dinamikleri zayıf çalışan bir şehir yaşamı, kaderimiz oldu.

İzmir’de burjuvazi gelişemedi; İzmir hiçbir zaman sanayi şehri olmadı. İşlerini büyüten sanayici İzmir’i terk etti. Bu yüzden İzmir burjuvazisinin üretimden gelen gücü hiç olmadı.

İzmir’de işçi sınıfı varla yok arasındadır; Sanayi üretiminin yetersizliği, emekçilerin tam olarak sınıf bilinci ve kültürüyle ortaya çıkmasını engelledi. Bu nedenle de İzmir’de işçi sınıfının üretimden gelen gücü hiç olmadı.

İzmir, Doğu Akdeniz’in Önemli limanı olma özelliğini, Osmanlı’nın son yüzyılında kaybetti.

Dolayısıyla sanayi devriminin getirdiği zorlu sınıf ilişkilerinin üstünde yükselen bir şehir olamayan ve kozmopolit büyük liman şehri olma özelliğini de yitiren İzmir, sığ kasaba kültürüne ve eşrafın ilişki ağına mahkûm oldu.

Ne söylediğine değil kimin söylediğine bakan şarklı yarı aydın kafasıyla batıya açılan bir pencere… Pencereden görünenler; hamaset, dedikodu, sıradanlık, tembellik, bilmeden sallama, laf sokma, sen-ben-bizim oğlan muhabbetleri, sol cemaatleşme, husumet…

İzmir’de gündelik hayata musallat sözüm ona aydın bir zümre, ne olmak istiyorsa onu oluyor… “Kitap yazdım” diyor, yazar oluyor… “Şiir yazdım” diyor, şair oluyor… “Sanat yapıyorum” diyor, sanatçı oluyor… “Siyasetçi” olduğunu söylüyor, her şey oluyor… “Gazeteciyim” diyor, gazeteci oluyor… Kim, ne olmak istiyorsa onu oluyor…

Çünkü bedel ödemeden, hak etmeden bir şey olmaya bu şehir izin veriyor.

Bu yüzden, gerçekten bir şey olmaya niyeti olanlar İzmir’de durmuyor. Kalırsa vasat altında tükenip gideceğini biliyor.

Vasatlar koalisyonunun değerli olana saldırması, gündelik hayatın rutinidir. Liyakat, bu şehirde sadece cümle içinde kullanmak için vardır.

Ve sol cenahta, bolca Marksist veya Post Marksist söz israfı, iş yapmaya yetiyor da artıyor bile… Bir de “milliyetçi Kürt sosyalizmi” var… Onun sırrına henüz eremedim.

Bu kasaba vasatında hallerin siyasette yansıması ise, ülke siyasetinde oldum olası dış kapının mandalı bir İzmir’de ifadesini buluyor.

İzmir için biricik çıkış, Dünya’nın yeni düzeninde, “akıllı şehir” olarak yerini almasıdır.

Yatay toplum ve yapay zekâ, yeni uygarlığın kurucu unsurları olacak.