GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ARI
YAZARLAR
9 Eylül 2021 Perşembe

Dokuz Eylül gününün yüreğimdeki izdüşümleri

Bu kentte yaşamanın yalnız somut değil, soyut değerler üzerinden de artısı var:

Ulusal Savaşımızın başlangıcı kabul edilen işgal bu kanlı işgalin ilk evresi bu kentte başladı.

Ve bir dokuz eylül günü:

Bu kentte bitti o kanlı işgal...

Ve gözü dönmüş zorbalık…

Pek çok iz, çizgi ve renk silinmiş olsa da köşe bucakta hala o coşkulu günlerden kulaklarımıza gelen çığlıkları, haykırışları, hay huyları, bağırış-çağırışları, fısıltıları duymak, duyumsamak olası.

Yeter ki iç dünyanda olan biten onca şeyleri duyumsa ve yüreğindeki mühürleri aç!

Nereye baksanız eğer azıcık tarih bilginiz varsa köşe bucak sizinle konuşuyor sanki.

İşte Yunan Ordusu şu noktada kentin rıhtımına inmeye başladı; işte şurada toplandı ve şu yolu izleyerek Konak Meydanı’na doğru yürüdü.

Tam şu noktada o sakallı Papaz Rumların sevinç çığlıkları arasında Yunan Ordusu’nu kutsadı…

İşte şurada yürürken Yunan bayraktarı, şu köşeden bir yiğit adam çıktı, revolverini doğrultup bayraktarın alnına nişan aldı ve tetiği çekti.

Etekli ve kıvrım kıvrım papuçlu Yunan efzunu şurada yere serildi, kanlar içinde.

Olayı izleyenler büyük bir şaşkınlıkla şurada toparlandılar ve şu noktadan itibaren kaçışan Yunan birlikleri, şurada mevzilenerek gelişigüzel günahsız Türklerin üzerine yağmur gibi mermi yağdırmaya başladılar…

Ve şuralarda binlerce insan koyun boğazlanır gibi boğazlandı ve şurada öbek öbek insan cesetlerinden yığıntılar oluşturuldu.

Güya medeniyet ordusuydu gelenler ve bizlere sözde uygarlık getirmişlerdi.

Derken, derken…

Yıllar süren acı işgal dönemi…

Ve Anadolu’da önemli şeyler oluyor beklentisi içinde geçen zaman; derken cephenin çöktüğü ve imha edilen Yunan ordusundan artakalan perakendelerin dağınık biçimde her yanı yakıp yıkarak, akıl almaz kötülükler yaparak çekildiği haberleri…

Ve meraklı bakışların güneşin doğduğu yöne çevrilip, her an Türk süvarilerin ufukta beklendiği anlar…

Ve sonunda, 9 Eylül günü, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Bornova ovasında duyulan at nallarının sesi ve süvarilerin kılıç şakırtıları…

Soluk soluğa kalmış yılkı gibi atların üzerinde tunç çehreli süvarilerin bir çırpıda Bornova’yı işgalden kurtarışları…

Ve saat 9.30 sıralarında kurtuluşun simgesi olarak Bornova Merkez Camisii’nin minaresinden sesiyle sela okuyan müezzinin yanık sesin dalgalanarak yayılışı ve yürekleri serinleten hoş serpintisi…

Derken, İzmir’e doğru sanki binlerce yıllık tarihin içinden süzülüp gelmiş akıncıların başlamış yeni akınları…

Tek tük silah sesleri…

Bazen yoğunlaşan mavzer nidaları; ardından yine haykırışlar, bağırıp çağırmalar, dörtnala koşan atların nal şakırtıları, “At bin, kılıç çek!” haykırışları…

Korkuyla sevincin, ürpertiyle coşkunun iç içe geçtiği garip anlar…

Yıldırım hızıyla Türk akıncıların Bornova ovasını geçip Halkapınar’a gelişleri ve Todoroğlu Un fabrikasının önünde kurulan sinsi pusu; ateş alan mavzer namluları ve dört yiğit akıncının kanlar içinde yere serilişi…

Yüzbaşı Şerafettin’in atının vuruluşu, genç yüzbaşının atıyla birlikte yere yuvarlanışı ve çevik bir hareketle yedekteki atlardan birine binip, müfrezesinin başında Punto’ya (Alsancak) giriş emri…

Yine şakırdayan at nalları, nallardan çıkan kıvılcımlar, yine göğsü kabarmış nefes nefese kalmış atlar ve yine o atların terlemiş sırtında günlerin yorgunluğu içinde, ellerinde kılıçları kentin odağına doğru akan Türk akıncıları…

Hay Maşallah, hay!

Tarihin bilmem hangi döneminden, Mete Hanlar’ın, Yıldırımlar’ın, Sultan Fatihler’in Yavuz Sultan Selim’lerin ve elbette Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın şanlı akıncıları bunlar…

Ellerinde kılıç ve bayrak, yüreklerinde yurt sevgisi; ölümün üzerine coşkuyla atıldıkları anlar…

Kiminin adı Ali, kiminin Mustafa, kiminin Bekir ve daha niceleri…

Alsancak sokaklarını bir solukta geçip Kordon’a ulaşan ve denizin mavisiyle bulaşan o kahraman yiğitler…

Cahit Kulebi diyordu ya İzmir’in denizi kız, kızları deniz; sokakları hem kız hem deniz kokar diye…

Bir de kurtuluşun müjdesini yaşayan yurdumun yeşile boyanmış vadileri, kızıla çalan dağları…

İzmir özgürlük kokar,  bağımsızlık kokar; al bayrağımın gölgesinde erir kızıla kesmiş işgal ateşi ve coşan yüreklerde yurt sevgisi kokar; hey babam hey!

***

Ve Pasaport’tayız.

Nereden çıktığı bilinmez bir serserinin attığı bombanın birliğinin başında ilerleyen Yüzbaşı Şerafettin’in atının ayakları altında patlaması; karnı deşilen atının ağzından köpükler içinde yere yuvarlanışı ve ölümü; genç yüzbaşının boynundan aldığı ağır şarapnel yarası ve gövdesindeki öteki yaralar…

Şurada, tam şurada; Kantar Karakolu’nun hemen yanında, işte şu noktada:

Kanlar içindeki yüzbaşının derhal yarasına müdahale edilişi ve bulunan bez parçalarıyla gelişigüzel sarılışı…

Derken yeniden yedekteki bir ata sıçrayan yüzbaşının yine müfrezesinin başında birliğine dörtnal ve kılıç çek emri vermesiyle birlikte Konak yönünde ilerleyen Türk akıncıları…

Borsa; borsada bir çocuğun Türk birliğini gözyaşlarıyla karşılayışı ve sonra da yolları pek bilmeyen süvarilere yol gösterişi ve nihayet Konak Meydanı…

Bir yanda Sarıkışla, öteki yanda Hükümet Konağı…

O Sarıkışla ki, işgalde Türk askerleri direnemesin diye hain bir düşünceyle kapıları kilitlenen ve subay ve askerlerin adeta rehin alındıkları yer…

Ve O Konak Meydanı ki o ilk direniş ateşinden sonra binlerce masum Türk ve Müslüman’ın kanının akıtıldığı kanlı ama kutsal mekân…

Ve o hükümet konağı ki hain ve işbirlikçi vali Kambur İzzet’in o gün,  yani 15 Mayıs 1919’da Yunan askerleri tarafından tekmelenerek kapısından dışarı atıldığı yapı…

Ya şimdi?

İşte şu köşede Yüzbaşı Şerafettin atının üzerinde; yanında teğmen Ali Rıza ve Teğmen Hamdi Beyler…

Ve öteki akıncı süvariler…

Şu köşeden bir Türk genci koşarak geliyor; hala kanları kurumamış elbiselerinin içinde Yüzbaşı Şerafettin’e bir bayrak uzatıyor…

Ve şu noktadan koşarak Yüzbaşı Şerafettin ve teğmenleri hükümet konağının kapısına doğru koşuyorlar; kapılar kilitli, yan kapılar zorlanarak açılıyor, ön kapının açılmasıyla şu merdivenlerden koşarak balkona çıkıyorlar…

Ve Yunan bayrağı indiriliyor:

Balkonun tam ortasında Yüzbaşı Şerafettin Bey göğsüne koyduğu bayrağı çıkarıyor ve al kırmızı caanım bayrağımıza kendi kanının bulaştığını görüyor…

Ve tutamıyor kendisini, ağlamaya ve bayrağı aralıksız öpmeye başlıyor:

Ve kanının bulaştığı bayrağımıza şimdi de gözyaşları bulaşıyor…

Ve sonra da bayrağımızı göndere çekerek bütün İzmir’e, Türkiye’ye ve hatta dünyaya İzmir’in ve Türkiye’nin kurtuluşunu ilan ediyor…

Bilmiyorum sizler de duyuyor musunuz daha dün gibi tarihin bu şanlı evresinden fısıltılar halinde kulağınıza kadar gelen bu sesleri…

Ve köşe bucaktan esintiler halinde gelen rüzgar, yüzünüzü okşarken sizin de kulaklarınıza bunları söylüyor mu?

Sahi, siz de duyuyor musunuz?

Önünüzde uçuşan ve adeta kendisini size göstermeye çalışan şu gölgeleri siz de görüyor musunuz?

Hasan Tahsinler, Yüzbaşı Şerafettinler, Teğmen Ali Rıza ve Hamdi Beyler ve adı sanı duyulmamış Bekirler, Ahmetler, Mustafalar mı bunlar?

Ya da Türk akıncılarına o kutsal akınlarda eşlik eden yılkı gibi atlar mı?

Sahi, görüyor musunuz?

Kent konuşuyor beyler, sokaklar konuşuyor; meydanlar, köşe bucak konuşuyor ve kentin bin bir gizemli dokusu içinden kalp gözünüz açılınca nice sesler, renkler ve çizgiler sizi karşılıyor.

İşte bende her “Dokuz Eylül” gününün izdüşümleri…