GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ARI
YAZARLAR
31 Ekim 2020 Cumartesi

Deprem değil, Buse’nin gözleri öldürür insanlığı

Nasıl da kendi ellerimizle yarattık felaketimizi, görüyor musunuz?

Dün, deprem İzmir’i tepeden aşağı sarstı.

Ne yazık ki çok sayıda ölen ve yaralanan insanlarımız var.

Çok kişi, deprem bile olduğunu bilemeden öldü gitti; genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden.

Ne şimdi, ağıt yakıp geçiştirecek miyiz?

Ben geçiştirmekten yana değilim.

Açıkça konuşalım, yazalım her şeyi.

Yanlışlarımızı kim alınacak, kim alınmayacak diye düşünmeden…

İzmir’i önce, Bornova’dan tanıdım.

Gencecik bir delikanlıydım o zaman.

Bugün büyük parkın olduğu yerden, bir yürümeye başlardık Manavkuyu’ya doğru, git allah git…

Ne bağlar, bahçeler geçer; sazlık, kamışlıklarla karşılaşırdık.

Bahçelerin kıyılarında taş döşeli yollar vardı, yine kıyıları taştan duvarlarla çevriliydi bu yolların.

At arabalarının izleri görülürdü, tozlu samanlı yollar üzerinde.

Ve ne güzel insanları vardı o zamanlar Bornova’nın. Yoldan geçerken, kimisi üzüm, kimisi mandalina uzatırdı mevsimine göre.

Başları sarıklı, yüzlerinde güneş yanığı alnı emeğin teriyle kızarmış, bambaşka insanlardı onlar.

Ne oldu, nereye gitti o bağlık bahçelik araziler ve ne oldu bu caanım insanlara?

Bir portakal bahçeleri vardı, hay maşallah! Git git bitmez…

Toprağın verimi ağaçların kabuklarına, dallarına, yapraklarımına yansımıştı ki her biri yılkı bir at gibi gururla otururdu toprağın üzerinde…

Ve su mu dediniz?

Vurun zemine kazmayı, bir metre, iki metre, üç metre demeden fışkırırdı, deyin ki kolum, bacağım gibi…

Ne oldu?

Önce birkaç iş makinası girdi bu topraklara…

Homurdana homurdana kazmaya başladılar toprağı. Ve bir yerinden uç verdi içi ip gibi demirler uzayan betonlar…

Sonra kalmadı orada; başka iş makinaları girdi, yeni homurtularla.

Ve onları da başkaları izledi.

Ve kim olduklarını bilmediğimiz, ama çoğu uzaklardan gelmiş, yevmiyeli çalışan insanlar ellerinde baltalar, portakal, mandalina, erik, elma ağaçlarının gövdelerine indirmeye başladılar acımasızca.

Bir bir yok ettiler o ağaçları, bahçeleri…

Sonra İzmir’in gözdesi olmuş bamyalar, fasulyeler, kabaklar çekildi soframızdan.

Sırtımızı dönmüştük ya toprağa, ihanet etmiştik ya bir kez; küsmüştü bize…

Cömert değildi artık; çekip gidiyorlardı bir bir aramızdan…

Sonra beton filizler çoğaldı, çoğaldı; büyük apartmanlara dönüştü; ve o canavar hızla toprağı yutmaya başladı.

Yıllar önce Gediz Nehri bu toprakları aşarak denize dökülürmüş.

Ve insan eli, bu ovayı kazandırmak için İzmir’e nehrin yönünü değiştirmiş; oh ne güzel.

Ama rahat durmamışız ki!

Zemini balçık, çakıl, kum, su demeden, yığmışız da yığmışız yeni apartmanları, devasa dev beton blokları.

Nefes alamayacak ölçüde yan yana, sırt sırta dayamışız kibrit kutuları gibi ve onlar da ağaçları, dereleri yutan hayaletler gibi başlarını uzatmışlar mavi gökyüzünün yerini bıraktığı kızıl bulutlara doğru.

Öfkelenmiş doğa elbette; dönüp açıkça konuşamasa da kaşlarını çatmış:

-“Aklını mı yedin sen? Ne yapıyorsun? Neden benim dengemle oynuyorsun? Ben bu şartlarda var olamam, bir yerde dayanamam bu saldırılara, bırakıveririm kendimi, gücüm yetmez senin hırsına, tamahına!” demeye getirmiş.

Sanki hiç anımsamamışız geçmişi hiç; örneğin 19. Yüzyılın sonlarında gerçekleşen bir depremde, körfezin sularının Bornova’nın eteklerine kadar geldiğini görmezden gelerek, vurmuşuz da vurmuşuz baltayı ağaçların gövdelerine ve en ürkütücü uğultularıyla iş makinalarını sürmüşüz o caanım bamya bahçelerinin üzerine.

Ve günün birinde:

30 Ekim 2020

Vuruvermiş toprağın derinliklerinden bir canavar yumruğunu:

Küt…

Saniyeler, saniyeler, saniyeler…

Derken yarım dakikayı aşan ürkütücü sarsıntılar…

Ve bir dakika bile geçmeden aradan; siren sesleri, ambulans bağırtıları, koşturmalar, uğultular…

Başımı azıcık kaldırmaya çalışıyorum.

Az önce bir siren sesi çınlatmıştı ortalığı acı acı.

İşte bir tanesi daha, derken bir tanesi, alın bir tanesi daha…

Ve az uzatıyorum başımı:

Siren çalarak giden ambulans, hınca hınç dolu otoyolun en sağdaki güvenlik şeridinden giderken, bir bakıyorum, onun arkasına takılmış beş on uyanık, takılmışlar ambulansın peşine, sanki ambulans onlara eskortluk yaparak yol açıyor, onlar da dakikalarca yolda bekleşen yığınla öteki araçların sağından yıldırım gibi akıyorlar…

İğreniyorum bu gördüklerimden.

Aklıma yıllar önce gülümseyerek sırf kıyısından geçiyoruz diye bahçesinden bir avuç erik uzatan başı sarıklı amcalar gözlerimin önüne geliyor…

Bir de depremde bile fırsatçılık yapan şehir magandası olan cahil arkadaş…

Yan yana koyuyorum her ikisini:

Nereye gitti o güzel insanlar ve nereden çıktı bu zibidi tipler?

Sonra 9,5 saat sonra enkazın altından çıkarılan Buse’nin üzerine dikilen kameraların ışığıyla parlayan korku içindeki büyümüş gözleriyle karşılaşıyorum televizyon ekranında:

Ve…

Utanıyorum.