GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Adnan SÖKMEN
YAZARLAR
15 Ocak 2018 Pazartesi

Dedemin kılıcı!

Bana bazen "Çalışıyor musun?" diye soruyorlar...

Ben de "Hayır çalışmıyorum; bozuldum, parça bekliyorum" diyorum...

 

Aslında ben bir zamanlar gazeteciydim...

Hem de öyle az buz "bir zamanlar" değil, tam 40 yıl kadar bir zamanlar...

 

Ve bu 40 yıl içinde hep gazetecilik yaptım...

Yok, yok pardon!..

Bi keresinde de "karpuzculuk" yaptım...

Şaka değil, ciddi ciddi karpuzculuk yaptım...

Hem de İkiçeşmelik yokuşunda...

Şimdi yerinde yeller esiyor, Aşık Nuri'nin kahvesi vardı o yokuşun başında...

Hah işte, tam o kahvenin bitişiğinde açtım karpuz sergisini...

Ama maalesef, ilk ve son "ticaret" deneyimim başladığı gibi bitti...

Ancak şunu da belirtmek isterim ki, bunda benim zerre suçum yoktu...

Bütün işi batıran ortağım "Kırbaç İbo"ydu...

 

Çocukluk arkadaşımdı İbo...

Hani rahmetli Yusuf Hayaloğlu'nun şiirindeki "Ah ulan Rıza" gibi...

Yani her naneyi birlikte yer, her cevizi birlikte kırardık...

 

"Kırbaç"lığı da öyle efe'liğinden ya da bıçkınlığından falan gelmiyordu...

Tam tersi, "tırsak" biriydi İbo...

 

Kordon'daki "fayton"ları hepiniz bilirsiniz...

Eskiden de vardı, hâlâ da var...

İşte o faytonların arkasındaki "dingillere" oturup beleş yolculuk yapardık biz küçükken...

Tabii bunu faytoncu farketmezdi...

Ta ki, biri görüp "Hopp arkaya kamçı" diye bağırana kadar!..

 

Yine birgün çaktırmadan atladık İbo'yla faytonun birinin dingiline...

Kakara kikiri gidiyoruz, tırıs tırıs...

 

Ama bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de ispiyoncu çok!..

Bağırdı dallamanın biri "Hopp arkaya kamçı" diye...

Ben bunu duyar duymaz hemen attım kendimi dingilden yola...

Ama İbo "kaola" gibi yapıştığı için hareket edemedi...

Zaten biraz da kiloluydu, yani fayton durmadan inme şansı pek yoktu...

Tabii "Şırrrrraaaakkk" diye kamçı geldi arkaya...

Hem de tam tombiş yanağına...

İşte o gün, ben de onun adını "Kırbaç İbo" koydum...

 

Neyse mevzu dağıldı...

Gelelim tekrar "karpuzculuk" meselesine...

 

70'li yılların sonu...

Ben Hürriyet'ten sendikacılık yaptığım için şutlandım...

Aslında biraz da tazminat alabilmek için kendi kendimi kovdurdum!..

 

Maksadım, alacağım parayla Avrupa'ya gidip askerlikten yırtmak...

Ama ben plan yaptım, Tanrı gülümsedi...

Yoo, kaçtım gittim Avrupa'ya...

Tam beş buçuk ay hemen hemen 8-10 ülke dolaştım, tek tabanca...

 

Yaş 19 buçuk...

Dil yok, tercüman yok, hele hele o zamanlar "Google amca" daha doğmamış bile...

Hatta, Sergey Brin ve Larry Page, kıçlarındaki bezleri yeni yeni atmışlar, tay tay yapıyorlar...

 

Yine bir "neyse" çekip devam edeyim...

Avrupa maceram parasız kalınca, Fas'lı oda arkadaşımla birlikte Amsterdam'da sigara otomatı soymaya kalkışınca sona erdi...

Bir günlük gözaltının ardından, sınır dışı edildik...

O Marakeş'e...

Ben de İstanbul üzerinden İzmir'e...

 

Bu olayı ve Amsterdam'daki serseriliklerimi belki birgün sizlere anlatırım...

Özelikle de, Red Light District'deki "Topkapı Bar"da bulaşıcılık yaptığım günlerimi...

 

Farkındayım!

Daldan dala konuyorum...

"Yeter yahu, anlatacaksan anlat şu karpuzculuk hikayesini" dediğinizi de duyuyorum...

 

Evet...

İzmir'e döndükten sonra ticarete atılmaya karar verdim...

Çünkü "bakaya" durumuna düşmüştüm ve asker kaçağı olarak aranıyordum...

 

Teslim olacaktım...

Ama askerdeyken bana para gönderecek kimse olmadığı için de bir şeyler yapmam gerekiyordu...

 

Hürriyet'ten aldığım tazminatı kuruşuna kadar Avrupa macerasında tüketmiştim...

Kara kara düşünüyordum...

 

Aşık Nuri'nin kahvede, bizim "Kırbaç" ile biralama yapıyorduk...

Onun da derdi aynı...

Birlikte gideceğiz askere...

O da benim gibi "yolsuz"

 

İkinci biralar ya bitti, ya bitmedi...

İbo ayağa fırlayıp "Buldum birader" dedi... 

Ve ben daha "Ne buldun ulan, Hazreti Süleyman'ın hazinesini mi?" demeden, o "Karpuzculuk" yapacağız" dedi...

 

Fikir güzeldi...

Hem de sezonluk bir işti...

Yani dükkâna falan gerek yoktu, iki hasır bir terazi, bir bıçak, biraz da karpuz bulursak işlem tamamdı...

Konuyu kahveci Nuri Abi'ye açtık...

"Aha, şu yan tarafa kurun sergiyi" dedi...

Mekân da hâllolmuştu...

Tek sorun kalmıştı, o da "sermaye"... 

 

Rahmetli dedem "Süvari Ali"nin Kurtuluş Savaşı'ndan kalma kılıcı vardı...

Üzerine titrerdi...

Onu bir bebek gibi ipekli kumaşlara sarıp sarmalar, yatağının altındaki oymalı sandığına saklardı...

 

Arada sırada da çıkarıp bir güzel siler, okşardı...

Hatta onunla konuşur, Japon Samuray'ları gibi birşeyler mırıldanırdı...

 

İşte bizim "sermaye" o kılıçtı!..

Yani kılıcı satıp karpuz alacaktık...

Öyle de yaptık...

Önce kılıcı sandıktan çıkarıp aldık!.. 

Daha doğrusu, çaldık...

Yerine de, hemen hemen aynı ebad ve ağırlıkta bir "su borusu" koyduk...

Tabii, dedemin yaptığı gibi, sarıp sarmalamayı da ihmal etmedik...

 

Kılıç iyi para etti...

Selçuk'a gidip bir kamyon karpuz yükleyip geldik...

Hem de bostan'dan...

 

Sergiyi açmıştık...

Önlükleri çekip başladık "Kesmece bunlarrrrrr..." diye bağırıp satış yapmaya...

Ama heyhat!..

Hangi karpuzu kesiyorsak "kabak"...

Baktık olacak gibi değil, "Seçmeceeee..." diye bağırmaya başladık...

 

Durum kötüydü...

Üstelik de, sağ sol olaylarının en civcivli zamanıydı...

Karpuzları satamadığımız gibi, geceleri semtin komünist ve ülkücü abileri gelip; "Ver ordan yoldaşlara, ver ordan ülküdaşlara" deyip beş'er on'ar "avanta" karpuz alıp gidiyorlardı...

 

Ama ticaret hayatımıza "tüyü" ne kabak karpuzlar, ne de semtin "güzel abileri" dikti...

 

Ya beşinci ya altıncı gündü...

İflas bayrağını çoktan açıp göndere dikmiştik, hatta tören bile bitmişti...

Belki "Acemi birliğine" teslim olacak otobüs parasını çıkarırız diye direniyor, elde kalan karpuzları piyasanın yarı fiyatına satmaya çalışıyorduk...

 

Ki...

Zabıta "Altın diş Süleyman" tezgâhımızı basana kadar...

"Yapma abi, etme abi" dedik, dinletemedik...

 

Dayadı zabıta arabasını, toplatıyor karpuzları tek tek...

İbo sakin...

Ama ben "batış"ın moral bozukluğundan biraz asabi, biraz da "bira"lıyım...

 

Karpuzlar yüklendi...

Süleyman, yanındaki zabıtaya "Teraziyi de alın" dedi...

İşte o an bende kayış koptu...

"Abi bıçağı da alın, arkanızdan ağlar sonra" dedim...

Ve...

Bıçağı kaptığım gibi "Altın diş"in kaba etini iki defa "tık tık"ladım...

 

Sonuç:

Süleyman karpuzlardan çok daha kırmızı çıktı...

İbo "iyi hâl"den yırttı...

Ben topuklayıp askerlik şubesine kapağı attım...

Kaçak olduğum için hemen birliğime postalandım...

Herkes on sekiz ay askerlik yaparken; dört ayı ceza, toplamda yirmi iki ay vatan ve Süleyman borcu ödedim...

 

Dedemin "kılıcına" gelince!..

Malesef askerden döndüğümde rahmetli olmuştu...

Yani o "boru"yu görünce ne yaptı, hiç bilmiyorum!..

Sadece borunun sandıkta değil, dış kapının arkasında durduğunu gördüm...

 

Aklımda kalan...

Ninem, "Deden seni çok özlüyordu, her kapı çalındığında (Torunum geldi) diyerek kapıya koşardı" sözüydü...