GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Mehmet KARABEL
YAZARLAR
10 Ocak 2020 Cuma

Aşk sandığın kadar mı yoksa yandığın kadar mı?

Yaşınız, aşık olmak için elverişli ise ne ala…

Değilse, bu yazıyı okuyup…

Gözyaşlarınıza yazık etmeyin…

Aşk’ı…

Son nefesine kadar yüreğinde yaşatanlar içindir bu satırlar…

***

Çağlar boyu, aşk’ı anlatmak için kafa yormuş insanoğlu…

Mesela…

Şunu pek severim:

“Eğer nefes almak ve seni sevmek arasında seçim yapmak zorunda kalsaydım, son nefesimi, seni seviyorum demek için kullanırdım…”

Amma velakin…

Tek geçerim dediğim bir “aşk” tarifi var ki…

Mevlana’nın büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkıyor:

Aşk sandığın kadar değil, yandığın kadardır…”

Yakından atılmış tabanca mermisi gibi!

Adrese teslim, temiz, anlamlı ve bitirici…

***

Hayatın içinden hikayemizin…

Yaşanmışlığı 70 yıldan fazla…

Tanığı hala hayatta…

Alâeddin Yavaşca…

Tıp doktoru ve Klasik Türk Müziği Sanatçısı…

An itibarıyla 93 yaşında…

***

Öykünün esas oğlanı…

Faruk Nafiz Çamlıbel…

Cumhuriyet’in en güçlü şairlerinden...

“10’uncu Yıl Marşı”nın o muhteşem sözlerini…

Behçet Kemal Çağlar’la birlikte yazmıştır…

Hatırlatmak babında yazıyorum; ne anlamlıdır o satırlar:

 

“Çıktık açık alınla 10 yılda her savaştan,
On yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan...

Türk'üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!”

***

Yeri doldurulmayacak bir edebiyatçı…

Gençlerin sevgilisi bir öğretmendi…

1931’de kendisi gibi öğretmen Azize Hanım’la evlendi…

Birlikte Anadolu’da aydınlık gençler yetiştirdiler…

İki evlatları oldu…

Faruk Nafiz eşine adeta tapan bir erkekti…

Neredeyse…

Adını gizlese de her satırda sanki hep “Azize” vardı…

***

Günlerden bir gün…

Ünlü şair…

Bestekar Alâeddin Yavaşca’nın kapısını çalar…

Gerisini üstad Yavaşça anlatıyor:

Gelmiş geçmiş şairlerin en büyüklerinden biridir Çamlıbel… Çok iyi, sevdiğim bir dostumdu… Yaşı elbette benden ileriydi ama saygı dolu bir ahbaplık vardı aramızda… Bir gün muayenehaneme geldi… O zamanların çok meşhur ve yanına varmayı bırakın, randevu almak için bile ter dökülen bir genel cerrah hocamız vardı… Eşinin rahatsız olduğunu söyledi… O cerrah hocamıza göstermemiz için yardım talep etti… Hocayı iyi tanıyordum… Aradım, söyledim; yanına çağırdı bizi… Hanımefendiyi muayene etti… Sonra beni yanına çağırdı ve teşhisini söyledi: (Alâeddin kardeşim, durum fena… Göğüsten başlamış tüm koltuk altını sarmış kanser… Mutlaka vücudun başka yerlerinde de metastaz yapmıştır. Bu hastayı hiçbir şekilde ameliyat etmek istemem... Hekim olarak yapacağımız ilaçlar verip ömrünün son demlerini mümkün olduğunca ağrısız geçirmesini sağlamaktan ibarettir…) Yıkıldım duyunca... Nasıl söyleyeceğim bunu Faruk Nafiz Bey’e? Eşinin üzerine titreyen, ona delice sevdalı bir adam... Kırılgan, duygulu, şair bir adam... Nasıl derim, nasıl söylerim?

***

Dev şairin koluna girdim… (Gel biraz yürüyelim üstat…) dedim... Bin dereden bin su getirir gibi anlatabildim acı tabloyu ona… Hiçbir şey söylemedi… Çıt bile çıkarmadı gitti… Yıkıldı ama bir süre sonra hanımefendi vefat edince geldi esas yaşadığı yıkım... Haftalar sonra yine geldi bana… Omuzları, avurtları çökmüş, gözleri kan çanağı bir halde geldi… Cebinden katlanmış bir kâğıt çıkartıp açtı, uzattı… (Bunu yazdım; bestelersen sevinirim…) dedi ve yine çıktı gitti…

***

Acılarla yoğrulmuş o satırlarda…

Tarifsiz bir büyük aşkın…

Elveda dedirten “veda sonatı” vardı…

Türkiye’nin en büyük sesleri plağa okudu…

O hicaz şarkı…

Alaeddin Yavaşça’nın bestesiyle…

Sevdalıların marşı oldu adeta…

Sizin de ezberinizde duruyordur:

 

“Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok…

Bir yer ki, sevenler sevilenlerden eser yok?…

Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok…

Bir yer ki, sevenler sevilenlerden eser yok…”

***

O kocaman yürekli aşık şair Faruk Nafiz…

1946'dan 27 Mayıs 1960'a kadar…

Demokrat Parti İstanbul milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı…

İhtilal’den sonra yargılandı…

16 ay Kayseri’de tutuklu kaldı…

Sonra aklandı; serbest kaldı…

Hürriyet’ine kavuştu ama bi’daha siyaset yapmadı…

75 yaşına kadar yaşadı…

Eşini kaybettikten sonra bi’daha hiç evlenmedi…

Bir Akdeniz gezisi sırasında…

Akdeniz Vapuru’nda…

47 yıl önce…

Hayatını kaybetti…

Tek ve büyük bir aşkı vardı…

O’nu da kalbine gömdü…

Taaa, mahşerde buluşuncaya kadar…

***

Soralım o zaman kendimize…

Kaldı mı, şimdi böyle aşklar?

Nokta!

Sonsöz: “Canımın içi, sen hangi şiirden kaçıp geldin yüreğimin orta yerine? / Anonim…”