GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ANADOL
YAZARLAR
30 Mayıs 2021 Pazar

27 Mayıs’ın Anatomisi (3)

14 Mayıs 1950 günü yeni iktidar ve muhalefet partileri şaşkınlık içindeydi. Seçim sisteminin azizliği %55 oy alan Demokrat Parti’ye 416 milletvekili vermiş, yasayı hazırlayan CHP’ne ise bumerang gibi geri dönmüştü. CHP aldığı %40 oya karşın sadece 69 milletvekili ile yetinmek zorundaydı.

***

ABD dünyaya ve Orta Doğu’ya yerleşmekle meşguldü. Kendisine en büyük ayak bağı olan eski müttefiki Sovyetler Birliği ile ilân edilmeyen bir “soğuk savaş” içindeydi. Türkiye ise ABD’nin egemenlik alanının tam ucundaydı. Sovyetlerle sınır komşusu olan bu ülkeye özel bir önem vermek gerekiyordu. Bu nedenle adına Marşal Planı konan program uygulanıyor, cicim aylarını yaşayan yeni iktidara para akıtılıyordu. ABD Başkanı Ayzınhover’in davetlisi olarak Amerika’ya giden Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes bu geziden büyülenerek ve ABD hayranı olarak dönmüşlerdi. Bayar hedefini belirlemişti: “Küçük Amerika olacağız!”

***

Tefecilerin yüksek faizle para verdikleri borçluları düşünün. Türkiye ile ABD ilişkileri aynen buna benziyordu. ABD yeni iktidardan demiryolu politikalarını terk etmesini onun yerine karayolu uygulamasını istiyordu. Kısıtlı olanaklara karşın uçak yapabilecek noktaya gelmiş Türkiye bu fabrikaları kapatmalıydı. ABD savaştan kalma ekonomik ömrünü tamamlamış uçaklar verecekti çünkü. Makine Kimya Endüstrisi (MKE) kurumu silah üretmeyi bırakmalıydı. ABD M1 model tüfeklerle savaş malzemesini hibe edecekti. Millî Savunma ve Millî Eğitim Bakanlıkları koridorlarında Amerikalı uzmanlar dolaşıyordu. Millî Emniyet Teşkilatı, ABD istihbarat örgütü CİA’nın şubesi haline getirilmişti. Kore Savaşı’na 4500 kişilik bir tugay gönderen Türkiye, karşılığında NATO’ya alınmış ve Sovyetler’e karşı ileri karakol konumuna sokulmuştu. Her NATO ülkesi gibi Türkiye’de de kimseye çaktırmadan adının “kontr gerilla” olduğunu sonradan öğreneceğimiz yeraltı örgütü kuruluyordu. TBMM’den geçirilmeden imzalanan gizli ve ikili anlaşmalarla Anadolu coğrafyasında ABD üsleri açılıyordu.

***

İktidar sarhoşluğu ve sersemliği içindeki Demokrat Parti iktidarına para muslukları alabildiğine açılmıştı. Türkiye ilerde ödemekte çok zorlanacağı ölçüde borçlanmalı ve ABD’ye bağımlı hale gelmeliydi. Gelen paralarla yeni yollar açılıyordu. Köylere traktör girmişti. Savaş dışı kalabilmek için diplomatik cambazlık yapan sıkıntı içindeki ülke bir anda ferahlamıştı sanki. Cumhuriyetin demiryolu politikası çöpe atılmıştı. Açılan kara yollarında Amerikan markalı kamyonlar, taksiler, traktörler cirit atıyordu. Her yapılan yol Amerikan ekonomisi için akaryakıt, lastik ve yedek parça demekti. Anadolu ve Trakya büyük bir pazardı!

***

Gençler sokaklarda çiklet çiğniyor, sinemalarda kovboy ve kızılderili maceralarıyla dolu Holivut filmlerini izliyordu. Toplumu Amerikan hayranlığı sarmalamıştı. Her fırsatta sol düşmanlığı şırınga ediliyordu. Rus salatasının adı Amerikan salatasına dönüştürülmüştü. “Okey, yes, olrayt” sözcükleri lisanımıza çoktan girmişti. Halk halinden memnun ve mutluydu. Pompalanan dolarlar ekonomiyi canlandırmıştı. Piyasada bol para vardı. Savaşın karneli ekmek dönemi bitmiş, yerini okullarda öğrencilere parasız dağıtılan süt tozları almıştı. Radyolarda ortama uygun türküler çalıyordu. “Zeytinyağlı yiyemem aman / Basma da fistan giyemem!” Artık zeytinyağı “aut”, margarin “İn”di… Sümerbank pamuklularının yerini adına orlon denilen ve dışardan yüne benzeyen sentetik elyaf kumaşlar almıştı.

***

27 yıllık tek parti iktidarını bırakan CHP ise muhalefete alışmaya çalışıyordu. Milletvekili seçilemeyen CHP yöneticilerinin bazıları kitap kırtasiye dükkânı açıyor, bazıları özel sektörde çalışıyordu. Anlı şanlı İç İşleri Bakanı Şükrü Sökmensüer seçime girerek Ankara Bahçelievler Muhtarı olmayı başarmıştı! DP’nin muhalefete hiç insafı yoktu. Çıkarılan yasayla CHP’nin mallarına el konulmuş, Halkevleri kapatılmıştı. İdam kararı daha önce verilen Köy Enstitülerinin infazı gerçekleşmiş, bu kurumlar öğretmen okuluna dönüştürülmüştü. 27 yıllık tek parti CHP’si muhalefet partisi olabilmenin sancılarını çekiyordu.

***

1954 genel seçimleri bu ortamda yapıldı. DP tam bir oy patlaması yapmıştı. Aldığı %59 oya karşın 600 kişilik TBMM’de % 93 oranında koltuk elde etmiş ve 503 milletvekili çıkarmıştı. CHP ise %35 oy karşılığında parlamentoda ancak %6 oranında temsil ediliyordu. Çıkardığı milletvekili sadece 31 idi.

***

Fuarlardaki kahkaha aynalarına benzeyen ucube seçim sistemin yarattığı kargaşa iktidar ve muhalefet için ayrı sonuç ve etkiler yaratıyordu. Aldığı %59 oyla, meclisteki 600 üyelikten 503’ünü elde eden DP yöneticilerini ve özellikle Başbakan Adnan Menderes’i tutmak olası değildi. Ocak, bucak ve ilçe başkanları kaymakamların odalarında boy gösteriyor, bitmez tükenmez istekleriyle onları taciz ve bazen tehdit ediyorlardı. Kendilerine engel olmaya çalışan kamu görevlilerini militanlar “Memlekette demoraaasi var!” diye bağırarak azarlıyorlardı. Eski ve deneyimli bir parlamenter olan Adnan Menderes CHP gurubunda yıllar süren sessizliğini bozmuş, Osmanlıca sözcükleri bol kullandığı hitabetiyle yandaşlarını büyülemişti. Artık ondan “Beyefendi” diyerek söz açılıyordu. Bu mutlak çoğunluk hangi iktidarı ve liderini sarhoş etmez, büyülemez ki? Hele doğuştan ve bilinç altında kalmış narsist duyguları varsa? Bunların açığa çıkmasından daha doğal ne olabilir?

***

Muhalefette, gazetecilere basın özgürlüğü, işçilere grev hakkı, yurttaşlara adalet, müsavat (eşitlik) sözleri veren, hürriyet sözcüğünü dilinden düşürmeyen Demokrat Parti ve lideri Menderes’ten eser kalmamıştı. Halk yaşamından memnundu ya! Gerisi önemli değildi. Menderes’in Çukurova gezisi sırasında Tarsuslu bir çiftçi konvoyun önünü keserek yedi yaşındaki çocuğunu kurban etmek istemiş, araçtan inenler adamın elindeki bıçağı zor almışlardı!

***

Bu güç zehirlenmesi iktidar ve lideri üzerinde iki etki yaratıyordu. Birincisi keyfilik, yasa tanımazlık ve otoriterlik, ikincisi de yolsuzluk! Otoriterliği diktatörlüğe dönüşme istidadında olan Menderes’in önlenemez ve engellenmez yükselişi, rakiplerine tepeden bakışı ve horlayışı güç zehirlenmesinin en somut örneğiydi. Menderes yolsuzluk yapan birisi değildi. Örneğin çocuklarına özel sektörde ticaret yapmayı yasaklamıştı. Ama iktidarda kalabilme için yolsuzluklara önce göz yumması, sonra da bunları sahibine şantaj olarak kullanması özel bir yetenekti.

***

Bu kadar baskı muhalefet kadar kendi partisinde ve meclis gurubunda da önce sessiz sonra da açığa çıkan tepkilere yol açıyordu. Sonunda dış gözlemcilerce beklenen ama partiyi ve onu destekleyen yandaşlarca beklenmeyen patlama gerçekleşti. Üçüncü Menderes kabinesinde basınla görevli Devlet Bakanı Mükerrem Sarol öteden beri çıkardığı Türk Sesi gazetesinin sahibiydi. ABD’nin her tefeci gibi para musluklarını kısması üzerine ekonomik sıkıntılar kendini göstermeye başlamıştı. Örneğin ülkedeki kâğıt üretimi gereksinimlere yanıt veremiyordu. Artık ithalat (dış alım) zorunlu hale gelmişti. Dışarıda gelen kâğıtlar gazetelere tirajlarına göre dağıtılacaktı. Ancak iktidar bunu bir baskı aracı olarak kullanmaya başlamıştı. Yeni Ulus, Dünya, Vatan gibi muhalif gazetelere az tahsis ediliyor, Yeni Sabah, Akşam, Hürriyet gibi merkez gazetelere ise aba altından sopa gösteriliyordu. Sonuçta gazete kâğıdı kaçınılmaz olarak karaborsaya düşmüştü. Bakan Sarol hem tirajı çok düşük olan kendi gazetesine hak ettiğinin çok fazlası kâğıt tahsis ediyor hem de bunları karaborsada satıyordu. İddia buydu. Demokrat Parti gurubundaki önemli sayıdaki milletvekilleri bunu dile getirdiler. Onlar bu tür iddiaların gerçek olup olmadığının araştırılması için Ceza Kanununda yasal değişiklik yapılmasını ve iddia (sav) sahiplerine “İspat Hakkı” tanınmasını istiyorlardı. Artık muhalefetteki Demokrat Parti’den eser yoktu. Güç zehirlenmesi bu tür savların araştırılmasına izin vermiyordu. İspat hakkı isteyenlere, Beyefendinin yakın çevresi ve yandaşları saldırarak bağlılıklarını kanıtlama peşindeydiler. İspat Hakkı için “İspartalı Hakkı” diye dalga geçiyorlardı. Nihayet ip koptu. İçlerinde Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, İbrahim Öktem, Ekrem Alican, Turan Güneş, Fethi Çelikbaş gibi önemli isimlerin bulunduğu 19 DP milletvekili partilerinden ayrıldılar ve 19 Aralık 1955 günü Hürriyet Partisini kurdular. Türk siyasal yaşamı Fevzi Lütfi Karaosmanoğu’nun Genel Başkanlığında yeni bir parti daha kazanmıştı.

***

Artık Demokrat Parti’nin yükseliş devri sona ermiş, duraklama dönemi başlamıştı. ABD’den gelen ve daha çok karayollarına harcanan paralar suyunu çekmişti. Bu da dışalım sıkıntısının başlaması demekti. ABD, DP iktidarını dış borç bağımlısı haline getirmiş, buna karşın para musluklarını kapatmıştı. Adnan Menderes ve kabinesi kıvranıyordu. Ülkede büyük sıkıntı vardı. Artık İkinci Dünya Savaşındaki gibi nohuttan kahve üretiliyordu. Çünkü dışardan kahve alacak döviz yoktu! Çivi, at nalı, pencere camı, gözlük camı, otomobil ve traktör lâstiği ve yedek parçası, kurşun, çimento, inşaat demiri, pamuk karaborsaya düşmüştü.

***

Tarih bazen acımasız oluyor. İkinci Dünya Savaşına girmeyen Türkiye 17 milyon nüfusun önce beş yüz bin sonra da bir milyona ulaşan erkeklerini askere almak zorunda kalmıştı. Ülkedeki 40 bin köy tarım üretiminin ana unsuruydu. Buradan en üretken çağındaki erkekleri silâh altına alınca tarımsal üretim düşmüş, yokluk ve karaborsa hortlamıştı. CHP iktidarı Milli Korunma Kanunu’nu çıkararak ekmek ve kumaş dahil zorunlu maddeleri karneye bağlamıştı. Demokrat Parti’nin muhalefette iken en çok eleştirdiği hatta sömürdüğü konu buydu. Çünkü canı yanan halkın can damarına basıyordu!

***

Bu kez yokluklarla baş edemeyen ve gerekli dövizi bulamadığı için dışalımı kısıtlayan Demokrat Parti, en çok eleştirdiği Milli Korunma Kanunu’na sığınıyor ve onu tekrar yürürlüğe koyuyordu. Üstelik yok olan maddelerin dağıtımını da ilçe ve illerde kendine bağlı partizanlara veriyordu. Artık inşaat yapanlar çimento, demir alabilmek için kasabadaki DP kodamanlarına yalvarıyorlardı. Bu durum karaborsanın karesiyle artmasına yol açıyordu. Yasaya konulan cezaların hiçbir caydırıcı etkisi görülmüyordu.

***

Bu ekonomik bunalım iki önemli sonuç yaratmıştı. Birincisi, İsmet Paşa’nın liderliğindeki ana muhalefet partisi CHP’nin güçlenmesi, ikincisi de Talat Aydemir, Suphi Karaman, Şükran Özkaya ve Millî Birlik Komitesi üyelerinin sonradan yayınlanan anılarından öğrendiğimize göre ordu içinde kıpırtıların ve cunta örgütlenmelerinin başlaması.

***

Bugün siyaset dünyasında bol bol darbe sözcüğünü kullanarak onun da anlamı ve tehlikesini sulandıranlar bilmelidir ki, hiçbir darbe ekonomik ve sosyal ortam olgunlaşmadan başarılı olamaz.

27 Mayıs’ın anatomisini yazmaya devam edeceğim…